Project Finance and Insurance Companies
İktisadi anlamda, gelişmekte olan bir ekonomik yapıya sahip ülkelerin birincil amacı orta gelir tuzağına düşmeden gelişmiş ülke statüsüne terfi edebilmek. Orta gelir tuzağı bir ekonominin belli bir kişi başına gelir düzeyi bandında takılması ve bu aralığı aşamaması. Bu aşamada ise devreye gelişmekte olan ülkenin finansal piyasaları girmekte. Finansal piyasaları bağımsız ve etkin bir değerlendirme ve denetim mekanizmasına sahip yabancı yatırımcılara güven veren piyasalar ihtiyacı olan kişi başına geliri arttırabilecek dış yatırımı kolayca sağlayabilmekte.
Sigorta sektörü, G-20 (The Group of 20 – Dünyanın büyüyen 20 ekonomisi) ve Türkiye’nin G20 içerisindeki konumunu, bu perspektifte TSB ve GFIA (Global Federation of Insurance Association)’ın organize ettiği bir konferansta tartıştı.
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu G20 ülkelerinin sigortacılık alanındaki hedeflerinin değerlendirildiği konferans gelişmekte olan ülkelerle sigortacılık işbirliğini yatırım (infrastructure), uygulama (implementation) ve kapsayıcılık (inclusiveness) olarak üç ana bölümde değerlendirmekte. Ülkedeki finansal piyasaların gelişmişlik derecesine göre önce yatırım, sonrasında uygulama ve son olarak kapsayıcılık özelliğinin ön plana çıkacağının belirtildiği konferansın en önemli maddesi ise dünya sigortacılık sektöründe de Solvency II ile birlikte önemini arttıran PPP (Public-Private-Partnership/Komu ve Özel Sektör İşbirliği) yatırımlarıydı.
PPP, kamu kesimi ve özel sektörden bir veya birden çok katılımcının arasındaki bir nevi işbirliği anlaşması. İşbirliğine konu olan hizmet veya ürün çok çeşitli olmakla birlikte özel kesim için asıl amaç düzenli ve uzun süreli nakit akışı sağlayabilecek bir yatırıma sahip olabilmek. Solvency II ile birlikte bu tür düzenli ve uzun süreli nakit akışı sağlayabilen ve görece düşük riskli yatırımlara olan talepte ciddi bir artış ortaya çıktı. Nedeni ise en temel prensibi “sürdürülebilirlik” olan Solvency II’de dönemler arası ciddi yatırım geliri farklılıklarının riski arttırıcı bir etki olarak kabul edilmesi ve proje finansmanı sırasında bu değişkenliklerden dolayı daha yüksek sermaye yeterliliği zorunluluğu olması.
Kamunun PPP sürecine katılımı ise çok çeşitli olabiliyor. Vergi avantajı sağlanması, yatırım için uygun arazi sağlanması veya mevcut talebin bu işbirliğinin arzı ile buluşturulması gibi birçok fraksiyon söz konusu. PPP süreçlerinde ise iki temel bileşen mevcut. Bunlardan biri kamunun pazar avantajı ile özel sektörün verimlilik avantajının birleştirilmesi, ikincisi ise PPP ile kamu kesiminin herhangi bir dış borçlanma gerçekleştirmek zorunda kalmaması. Aslında sistem Türkiye’de daha önce de uygulanan yap-işlet-devret modeline benzemekte. PPP projelerindeki fark ise genellikle özel sektör tarafından çıkartılan ve SPV (Special Purpose Vehicle) olarak adlandırılan bir tür hisse senedi. SPV çıkarım süreci aslında sigortacılığın temel kanunlarından birinin işletilmesi anlamına geliyor. SPV ile PPP kapsamında gerçekleştirilecek yatırımda ortaya çıkabilecek riskler SPV alıcıları arasında bölüştürülerek transfer edilmiş ve böylece büyük sayılar kanunu işletilmiş oluyor. CAT-Bond işleyiş tarzına da benzeyen SPV’ler ile proje süresince ortaya çıkabilecek finansal dalgalanmalar da özel sektör lehine kontrol altına alınmış (hedging) oluyor.
Sigorta şirketlerinin uzun döneme yayılan ve sürekli gelir getiren projelerle nakit akışlarını düzenleme ihtiyacı aslında değişen faiz yapısı ve düşen yatırım gelirleriyle birlikte ortaya çıktı. Özellike hayat branşında, Euro Bölgesi Krizi öncesi poliçelerle taahhüt edilen gelirlerin geleneksel yatırım araçlarıyla kesinlikle elde edilemeyeceğini gören sigorta şirketleri gözlerini altyapı yatırımlarına dikti.
Aslında sağladığı faydaya baktığımızda sigorta şirketleri ve altyapı yatırımları birbirinden uzak iki unsur kesinlikle değil. İkisi de, düşük kullanım ücretleri ile, örneğin bir sigorta şirketi için poliçe bedeli ve bir otoban için giriş ücreti, büyük fayda ve tasarruflar sağlayabilmekte. İki hizmet için de öncelikle sosyal faydanın öne çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıda bahsettiğimiz orta gelir tuzağına takılmadan gelişmekte olan ülkeler statüsüne terfi etmek isteyen ülkelerin atması gereken ilk adım ise altyapı yatırımlarının tamamlanması. PPP projelerinin gelişmekte olan ülkelerde bu kadar popüler olmasının bir nedeni de bu yatırım zorunluluğunun proje için kaynak bulmakta sıkıntı çeken kamu kesiminden düzenli nakit akışı arayışındaki özel kesime transfer edilebilmesi.
PPP yatırımlarının yap-işlet devret modellerinden diğer bir farkı ise proje öncesinde yoğun bir hazırlık dönemi gerektiren proje finansmanı evresi. Proje finansmanı Avrupalı sigortacıların aslında aşina oldukları bir durum. Güçlü finansal yapıları nedeniyle proje finansmanı sigorta şirketleri için doğal bir yatırım aracı olarak kendiliğinden ortaya çıkıyor. Allianz’ın yakın zamanda açılışını yaptığı ve şimdiden Munih’in simgelerinden biri olan Allianz Arena veya Hannover’deki HDI Arena sigorta şirketlerinin geniş kitlelerin ortak zevki futbol ile sigortacılığı buluşturmuş, proje finansmanı alanındaki başarılı ve popüler iki örneği.
Türkiye örneğine baktığımızda ise proje finansmanının, finans sektörünün güçlü tarafı olan bankalar tarafından gerçekleştirildiğini görmekteyiz. Ancak Basel II ve gelecekte karşımıza çıkacak Basel III’le bankaların minimum 20 yıl sürecek altyapı yatırımları için proje finansmanı gerçekleştirme imkanları azalmakta. Burada ise karşımıza Basel II ve Solvency II arasındaki temel farklardan biri çıkmakta. Solvency II’nin sigorta şirketleri için önerisi yatırım opsiyonlarını, uzun vadeli taahhütleri nedeniyle uzun vadeli bir yapıya kavuşturmaları yönünde. Basel II’nin önerisi ise bankaların taahhütlerinin bu kadar uzun vadeli olmaması nedeniyle yatırımların da uzun vadeye yayılmaması dolayısıyla varlık ve yükümlülük (asset-liability management) yönetiminde olası açıklara mahal verilmemesi yönünde.
Bu gereklilik Avrupa piyasasında proje finansmanının neden sigorta şirketleri tarafından gerçekleştirildiğini özetlemekte. Ancak Türkiye piyasasında sigorta primlerinin GSMH oranı %2 civarında ve piyasanın fiyat bazlı yıkıcı rekabet özelliğinden dolayı (soft market) kar marjı ne yazık ki çok düşük. Bu düşük marjlar ile uzun vadeli altyapı yatırımlarına girmek için yeterli finansal kaynağın sağlanması şimdilik imkansız gibi görünüyor.
Burada ise karşımıza sigorta sektörünün gelişmekte olan bir ülke için ne kadar önemli bir konuma sahip olduğu gerçeği çıkıyor. Gelişmiş ülke olarak adlandırılabilmemiz için politik süreklilik (political stability) ve yönetişimde teklik (standardization) ile birlikte altyapı yatırımlarını çoğunlukla tamamlanmış bir ülke olmamız gerekmekte. Ancak bunun sağlanabilmesi için ihtiyacımız olan kaynak bankalar tarafından uluslararası regülasyonlar gereği, sigorta şirketleri tarafından da finansal yetersizlikleri gereği sağlanamıyor.
#G20, #TSB, #GFIA, #SolvencyII, #PPP, #PublicPrivatePartnership, #SPV, #SpecialPurposeVehicle, #CATBond, #AssetLiabilityManagement, #PoliticalStability, #Standardization, #ZeynepStefan
1,464 total views