HAYIR! İklim Değişikliği de olamaz!

Sigorta sektörünün son zamanlardaki en önemli inisiyatiflerinden biriydi B3i. Blok zincir teknolojisinin sigorta sektöründeki olası uygulamalarını değerlendirmek ve bütün sektörü kapsayacak ortak çözümler oluşturmak amacıyla 2016 yılında kurulmuştu. DACH Region (Almanya-İsviçre-Avusturya’yı tanımlamak için kullanılan Almanca bir terim) serüvenimiz nerdeyse aynı dönem başlamıştı, ancak B3i benden önce havlu attı. Bünyesindeki sigorta ve reasürans şirketlerinin maddi kaynakları ve personelleri aracılığıyla sağladığı entelektüel sermaye ile yoluna devam eden B3i, önce bu önemli teknolojide beklentileri tam anlamıyla yönetememe sorunuyla yüzleşti. Sonrasında hissedarları teker teker ortaklıktan çekildiklerini açıkladılar. Hissedarlarla birlikte birbirinden değerli çalışanlar da akademik araştırmalarına sonlandırdılar. Kurum 2022’nin ikinci yarısında finansal çıkmaza girmişti bile ve nihayet faaliyetlerini tamamen durdurduğu bilgisini kamuoyu ile paylaştı. B3i’nin blok zincir alanında olası kapasiteyi belirlemesi ve geniş kapsamlı bir dönüşümü tetiklemesi beklenirken bu kadar erken yola veda etmesi, sigorta sektörünün dönüştürücü gücüne inanan biri olarak en çok beni hayal kırıklığına uğratmıştı sanırım. Tam bu durumun nasıl meydana geldiğini anlamaya çalışırken bu sefer de daha kritik bir alandan geri çekilme sesleri gelmeyi başladı: İklim değişikliği! Blok zincir teknolojisinin sigorta ve reasürans sektörlerindeki uygulamaları halen evrimleşmekte ve üzerinde uzun zaman çalışmamızı gerektirecek. Ancak iklim değişikliği çoktan hayatımızın merkezinde ve böyle bir alandaki konsensusların durdurulmasının maliyeti kesinlikle blok zincir çalışmalarının durdurulmasının maliyetinden daha yüksek!

Birleşmiş Milletler inisiyatifinde öncelikle sekiz sigorta ve reasürans şirketinin katılımıyla Venedik İklim Zirvesi’nde 2021 yılında kurulan NZIA (Net Zero Insurance Alliance), yakın zamana kadar otuzdan fazla sigorta ve reasürans şirketini ve dünya genelinde toplam brüt prim üretiminin %15’ini temsil etmekteydi. Birçok sigorta ve reasürans şirketi iklim değişikliğinin portföyleri üzerindeki yıkıcı güçlerinin farkında ve özellikle artan kümülatif riski yönetebilmek adına karbon salınımını doğrudan kontrol edebilmek için harika çalışmalar gerçekleştirmekteler. Örneğin kömür temelli projelere verilen mevcut teminatların kademeli olarak azaltılması, petrol ve doğal gaz projelerinin sigortalanmaması, şirketlerin kurumsal kimliklerini ifade eden faaliyetlerinin ve çalışanlarının karbon ayak izlerinin azaltılması vb. NZIA’ın sektöre katkısı ise uygulamalarda ortak standartlar geliştirilmesi ve elde edilen bilgi birikiminin paylaşılarak etkisinin arttırılması. Munich Re ve Zurich Insurance Group öncülüğünde kurulan NZIA, 2030 yılına kadar üyelerinin operasyonlarının ve 2050 yılına kadar sigorta ve reasürans faaliyetlerine dahil olan her paydaşın ‘carbon-free’ (karbon ayakizinin sıfır olduğunu ifade eden terim) olması temel hedefiyle yola çıkmıştı.

‘Çıkmıştı’ diyorum çünkü NZIA’nın önce kurucularından birisi olan reasürans devi Munich Re, sonrasında iklim değişikliği alanındaki faaliyetleriyle her zaman övünen Zurich Insurance Group ve sonrasında Almanya piyasasının bir diğer devi Hannover Re konsorsiyumdan ayrıldıklarını açıkladılar. Ayrılış nedenleri ve 2050 hedefine bağlı kalacaklarını belirten açıklamaları birbirine benzer olsa da özellikle Munich Re’nin belirttiği bir detay dikkat çekiciydi. Mevcut çalışmaları ile 2050 hedeflerini erken yakalayacaklarını öngören Munich Re, önemli derecede anti-tröst riskinin ortaya çıkması temel motivasyonu ile iklim değişikliği ile mücadeleye yalnız devam edeceklerini belirtti.

Blok zincir, IoT (nesnelerin interneti) ve makine öğrenmesi gibi birçok konuda olduğu gibi iklim değişikliği alanında da ciddi bir patent dalgasıyla karşı karşıyayız. Tıpkı sanayi atılımının gerçekleştirilmesi için gereken icatların üretildiği, patentleşme yarışının başladığı ve böylelikle 20. yüzyılın şekillendirildiği 1800’lü yılların son döneminde olduğu gibi günümüzde de bir patent dalgasının içerisindeyiz ve yeni ekonomiyi şekillendirecek öncül kuvvet kesinlikle buradaki faaliyetlerle belirleniyor olacak. Munich Re’nin açıklaması önemli patentlere sahip olduklarını izlenimini verse de sektörde yön verici araştırmalar gerçekleştirerek öncü olan tek kurum da kendileri. Bu konuda patentlere sahip olmalarını şaşırtıcı bulmamakla birlikte elde ettikleri hedeflerine NZIA’ın kuruluşundan sonra elde ettiklerini düşünüyorum. Yakında ürünlerine uygular hale gelince detaylarını da öğrenmiş olacağız. Bu önemli adımla birlikte iklim değişikliği gibi hayati bir konuda elde edilen patentlerin kurumların inisiyatifine bırakılmaması gerektiğini de düşünmekteyim. Tıpkı çocuk felci aşısını bularak patentini anonim hale getiren ve ileride dünyanın gidişatını değiştirecek birçok çocuğun hayatta kalabilmesini sağlayan değerli bilim insanı Dr. Salk gibi bu alanda elde edilen patentler de geleceğimizi şekillendirecek nice çocuğun hayatta kalmasını sağlayacaktır. Bekleyelim ve kurumların ne kadar sağduyulu olabildiklerini beraberce görelim.

#ZeynepStefan, #ClimateChange, #B3i, #NZIA #DACHRegion, #Decarbonisation, #ClimateCommitment, #CarbonNeutral, #DrSalk, #AIZA.

 1,588 total views,  8 views today

,

Sigortacılıktaki ‘Dodo Kuşu’ İlkesi

‘Dodo Kuşu İlkesi’ ‘Alice Harikalar Diyarında’ adlı kitapta geçen ‘herkes galip ve herkes ödül almalı’ ilkesini tanımlayan bir kavram. Karışık bir iktisat kitabı okurken karşılaştığım bu tanım, birçok yeni kavramda olduğu gibi bana sigortacılığı hatırlattı, özellikle zorunlu sigortalardaki penetrasyon oranımızı. 17 Ağustos’ta, 1999 yılında Türkiye’de önemli bir iz bırakan Marmara Depremi’nin 23. Yılını andık. Bu trajedi gerçekleştiğinde, Marmara Bölgesi’nden binlerce kilometrelerce uzakta, Erzurum’daydım. O gece ne tesadüf ki annem ve ben uyuyamamıştık ve gece 3 civarında pencereden bakıyorduk. Yıldızlar ne kadar parlak, gece ne kadar enteresan gelmişti ikimize de. Televizyonu açmadık ve bir saat kadar sonra tekrar uyuduk. Felaketten ise ancak sabah haberimiz oldu. Hiçbir şekilde fiziki veya psikolojik olarak etkilenmesem de her sene DASK poliçemi yenilerken o an aklıma gelir ve ürperirim. Depremi yaşayanların hislerini düşünemiyorum bile. Bütün bu yıkıcılığına ve bize hem acı hem de öğretici bir ders olmasına rağmen zorunlu deprem sigortasındaki %53’lük penetrasyonun bir iktisatçı ve risk yöneticisi olarak; yoğun bir fay hattı bölgesinde yaşayıp poliçe yaptırmamak gibi inanılmaz irrasyonel bu davranış biçiminin farklı motivasyonlar ile, örneğin tevekkül veya kadere iman gibi İslami motivasyonlar ile; açıklanamayacağını düşünüyorum.

Gerçekleştirdikleri araştırmalar ile 2002 yılında, kendisi psikolog olmasına rağmen iktisat alanında Nobel’i kucaklayan Daniel Kahneman’ın da tespit ettiği gibi biz insanlar hiç de rasyonel varlıklar değiliz. Öncelikle riski hafife alma ve getiri beklentilerimizi kabartma özelliğimiz var. Uzun vadeli potansiyelimizi göz ardı ederken kısa vadeli potansiyelimizi de genellikle abartıyoruz. Bu perspektifi aklımda tutarken penetrasyonun düşüklüğünden yakınırken en kolay ‘penetre’ edebileceğimiz tarafın kendimiz, yani biz sigortacılar olduğunu da düşünüyorum. Bu ülkede yetişmiş ve 10 yıla yakın Avrupa’da yaşamış ve çalışmış biri olarak düzenleyici kurumumuzun proaktif ve çok yerinde yaklaşımımın özellikle deprem gibi doğal afetler sonrasında yönetim erkleri tarafından işlevsiz hale getirildiğini söyleyebilirim. Bu insani ancak sigorta sektörü açısından penetrasyon düşmanı olan yaklaşım hem doğal afetlere karşı bireysel önlem almayı (güçlendirilmiş binalarda oturmak, yapı denetimini desteklemek vb.) engellemekte ve herhangi bir teminat şemsiyesi altına girilmesini önemsizleştirmekte. Her deprem veya sel sonrasında bölgede yeni konutlar yapılması ve evlerini kaybeden kişilerin zararlarının tazmin edilmesi sadece devlet eliyle yapılmaya çalışılırsa 1999 yılından beri geçen bunca senede sigortacılar olarak hiç yol alamamışız demektir. Özellikle doğal afetlerden sonra tazmin gibi önemli bir faaliyetin sadece yönetim erkine bırakılması hem etkinliği baltalayacak hem de birçok suiistimal vari yaklaşımın ortaya çıkmasına yol açacaktır. Tıpkı madenlerimizde yaşadığımız trajedilerde olduğu gibi kontrol sorumluluğunun tazmin yükümlülüğü ile birleştirilmesi ve düzenleyici kurumun aktif gözlemciliği ile (trafik sigortalarında gerçekleştirilen etkin kontrol mekanizması gibi) hem yapı kalitemizi arttırabilir hem sigorta penetrasyon oranımızı OECD ülkeleri seviyesine çıkartabilir, hem de finansal derinleşme yolunda önemli kazanımlar elde edebiliriz. Tam da biz sigortacılara yakışacak bir şekilde bir dönüşümün de mimarı olarak.

#ZeynepTuran, #AIZA, #PenetrationRate, #RegulatoryBody, #ProactiveManner, #Sustainability

https://www.paraanaliz.com/2022/yazarlar/zeynep-stefan/zeynep-stefan-sigortaciliktaki-dodo-kusu-ilkesi-g-37458/

 2,548 total views,  4 views today

Hindistan 2025 Ödeme Sistemleri Vizyonu ve Türkiye İzdüşümleri

Bir akademisyen olarak rapor okumaya sondan başlarım; hangi kaynaklar kullanılmış, dokümanda hangi kısaltmalar var, bilmediğim bir kavram var mı vb. Hindistan’ın bence daha uzun vadeye yayılması gereken ödeme sistemleri projeksiyonunu da sondan başlayarak okumaya başladım.

Öncelikle Türkiye Merkez Bankası’nın yıllar önce ödeme sistemleri kontrolünü eline almasıyla ilgili kararının ne kadar doğru olduğunu, ödeme sistemlerinin parasal kontrol ve etkinliğin sağlanması amaçları için ne kadar önemli olduğunu ve Merkez Bankası’nın asli görevleri arasında yer aldığını dünyanın en büyük altıncı ekonomisinin hazırladığı projeksiyon vasıtasıyla bir kere daha teyit etmiş oluyoruz. Dikkat çekici bir başka nokta ise henüz diğer muadillerinde görmediğim bir farkındalık; RBI (Reserve Bank of India) aslında parasal sistemin yeniden dizayn edildiğini/edilmesi gerektiğini görerek kendi pozisyonunu da güncellemekte ve gelecekte geriden gelmeyeceğinin ve finansal sistemlerin yolunu yaratıcı özelliğini daha etkin şekilde gerçekleştireceğinin de altını çizmekte. Tam olması gerektiği gibi! (Bununla birlikte 2001 yılından beri bu paradigmaya sahip olduklarını söylüyorlar ki bence biraz abartmışlar, olsaydı şu anda halen kripto para çamurunda debelenmezlerdi.)

Altı çizilmesi gereken ilk ve en önemli nokta Hindistan’ın iç kaynaklarının kullanımına verdiği önem. (Bu özelliği ile de Türkiye ile benzerlik gösterdiğini kolaylıkla söyleyebiliriz) Raporun genelinden aldığım hava Hindistan’ın nüfusu, iktisadi yapısı ve dünya ekonomisindeki yerini bilerek davrandığı ve bu ölçekte bir büyüklüğü farklı ülkelerin kullanımına sunmayacağı; kendi veri yapısını oluşturacağı, kendi tüketiciyi koruma kanunlarını uygulayacağı, kendi suiistimal önleme mekanizmasını kullanacağı ve mevcut uygulamaları tek bir platforma bağlayacağı, hemen hemen bütün milletlerin peşinde olduğu paranın seyri verisini büyük bir dikkatle ve kendi belirleyeceği yüksek standartlar ile ve sadece kendi toprakları üzerinde koruyacağı.

Paranın seyrine dahil olan her kişi ve kurumun regülasyona tabi olacağını ve ‘short-cut’lara kesinlikle izin verilmeyeceğini belirten RBI (ki ülkemizde Merkez Bankası’nın da yaklaşımı da bu şekilde), ödeme sistemlerinde hız, etkinlik ve her yerden ulaşılabilme standartlarının ülke geneline yayılması gerektiğine de işaret etmekte. (Ancak bu ulvi amaçlara hangi yollardan varılacağı belirtilmemiş doğal olarak) İşte burada harika bir yol ayrımı karşımıza çıkıyor ki hangi yola sapılması gerektiğine sadece risk yöneticileri ve iktisatçılar karar verebilecek!

RBI’nın belirttiği hız aslında opsiyonel. Örneğin bu hızı ECB (European Central Bank- Avrupa Merkez Bankası) gibi geri plana itip daha temkinli ve garanti gidebilirsiniz ancak bölge avantajınızı, paranızın rezerv para olma talebini ve senyoraj hakkının getirdiği kolaylıkları kaybedersiniz. Veya son sürat dalabilirsiniz, artık karşınıza ne çıkarsa. Karşınıza ne çıkarsa dedim çünkü daha önce yapılmadığı için bir ülkenin ödeme sistemlerinin dijitalleştirilmesi ve paranın takibinin her adımda kolaylıkla yapılabilmesinin nasıl bir his olduğunu henüz bilmiyoruz. Bu alınabilecek bir risk, eğer kaybedecek çok bir şeyiniz yoksa, eğer orta gelir tuzağında debeleniyorsanız, eğer dışa bağımlı ve kırılgan ekonominizi bir yerlere getirmek istiyorsanız. Tıpkı Türkiye gibi. Üstelik Hindistan’dan daha küçük (bayağı küçük – Hindistan 3.250 milyar Dolar GDP ile altıncı sırada, Türkiye 844,5 milyar Dolar GDP ile 22. Sırada – neredeyse dört katımız kadar büyük) olduğumuz için bu riski de görece daha kolay alabiliriz. Ancak bu cahil cesaretinin mutlaka sıkı iktisadi politikalar ile beslenmesi, senaryoların çok iyi belirlenmesi ve özellikle Merkez Bankası’nın piyasaya müdahalede kullandığı unsurlara etkin ulaşımının garanti edilmesi gerekmekte. Teknolojinin de mutlaka Türkiye’de geliştirilmesi gerekiyor ki son dönemde çok popüler olan ‘yerli ve milli’ kavramına asıl ihtiyacımız olan yer tam da burası.

Hemen bir parantez açıp Hindistan ekonomisinin yapısına da kısaca bakmalıyız. 2020 verilerine göre Hindistan GDP’sinin %40’ını finansal servislerden gelmekte ki bu oranın yarısı bankacılıktan geliyor. Bence güzel bir dağılım. Türkiye’de finansal piyasalarda bankacılığın yerinin ağırlığından sürekli şikâyet ettiğimi yazılarımı okuyanlar bilir. Hindistan’da tasarruf oranları da yüksek seyretmekte, GDP’nin yaklaşık %35. Hindistan’ın da tıpkı Türkiye gibi stratejik bir konumu var. Hem daha doğuya; Çin, Japonya, Avusturalya; yakın hem de Arap Yarımadası, İran ve Avrupa’ya. Hindistan’ın da birçok hızlı ekonomi gibi önemli yapısal probleri mevcut; çevre kirliliği, Gini Katsayısı, yoğun yoksulluk. Bunlar ve ekonomik gelişimine etkisi ayrı bir iktisadi analizin konusu olabilecek derinlikte.

RBI’nın 2019-2021 vizyonunda ortaya koyduğu birçok kavramın (2FA, AFA, BNPL, BPSS, CCIL, CLS, CPFIR, CPS, DPI, e-BAAT, FMI, FSC, IMPS, INFINET, LEI, NACH, ODR, PvP, PAC, PPI, PSS Act, PSO, RTGS, SFMS, UPI, VPA – 1.6. ve 2.2. Bölümlerinde belirtilenler) aynen alınıp İstanbul Finans Merkezi Kanunu’na entegre edilmesi ve her bir kavram için bir projeksiyon oluşturulması da harika bir adım olacaktır. (Bu kavramların her biri aslında teker teker hakkında yazı yazılabilecek derinlikte, takip eden yazılarımda değiniyor olacağım.)

Hindistan 2025 vizyonunu beş kavram ile özetlemiş ki şapka çıkartıyorum: Integrity (bütünlük), Inclusion (kapsayıcılık), Innovation (İnovasyon), Institutionalisation (kurumsallaşma) ve Internationalisation (uluslararasılaşma). Aslında oldukça jenerik olmakla birlikte bu kavramları Hindistan Merkez Bankası’nın resmi raporunda görmek beni inanılmaz mutlu etti. Üstelik bu kavramlar sadece ödeme sistemleri için değil finansal piyasaların herhangi bir kesimi için temel indikatörler olarak her türlü iş planına entegre edilebilir. RBI yine bu hedeflerine nasıl değineceğini belirtmemiş, artık orası bizim hayal gücümüze kalsın.

Son olarak raporda dikkatimi çeken başka bir unsur ise IoT’lerin ödeme sistemlerini şekillendirmedeki önemine değinmeleri. Vizyon raporunda yer almamakla birlikte Hindistan’dan yakında IoT’ler için de sıkı bir takip planlamasını beklemeliyiz. IoT konusu giderek Blockchain’den daha belirleyici olmakta. Benim öngörüm dönüştürücü teknolojilerde Blockchain’in öne çıkacağı yönündeydi ancak görüyorum ki kolayı seviyoruz. Kendi fiziksel özelliklerimizde olduğu gibi emeklemeden yürüyemiyorsak, finansal piyasalarımızda da dönüşüm önce en kolay olanlardan başlayacak demek ki. Gelecek projeksiyonlarım için önemli bir geribildirim de vermiş oldum kendime böylece.

#ZeynepTuran, #FinancialInclusion, #Integration, #Inclusion, #Innovation, #Institutionalisation, #Internationalisation, #IoT, #AIZA   

https://www.paraanaliz.com/2022/yazarlar/zeynep-stefan/zeynep-stefan-yazdi-hindistan-2025-odeme-sistemleri-vizyonu-ve-turkiye-izdusumleri-g-35171/

 1,928 total views,  2 views today

Sağlık Sigortasında Uzun Vadeli Projeksiyon ve Ekonomik Etkileri

Münih’e taşınalı yaklaşık 4 yıl oldu. Bu dönemdeki çalışmalarım hep sigorta sektörü üzerine oldu ancak Türkiye’den farklı olarak iç sistemler dışında, ürün yönetiminden hasar sistemlerine kadar, sigorta sektörünün birçok farklı alanında da deneyim edinme ve sigortacılıktaki ‘büyük resmi’ daha yakından görebilme fırsatı buldum. Bu çalışmaların birinde Alman sigorta sektörünün asıl motivasyonunun ne olduğunu, yani Almanların en çok hangi alanda sigorta talep ettiklerini araştırdığımız bir çalışmada cevap olarak karşımıza sağlık sigortaları çıktı. Sağlık sektörü ile sigortacılık arasındaki ilişkiyi İsrail örneği üzerinde incelediğim yazımda belirttiğim gibi sigorta sektörünün hangi alanı talep yoğun bir işleyişe sahip ise veya bu yapıya sahip olmaya daha yakın ise genellikle hem start-up’lar hem de yatırımcılar doğal olarak o alana kaymaktalar. 2014 – 2020 arasındaki yatırım alarak desteklenen girişimlere, sigorta veya reasürans şirketleri tarafından geliştirilen çözümlere baktığımızda ise yine sağlık sektörünün öne çıktığını görmekteyiz. (Almanya-Avusturya-İsviçre’yi kapsayan DACH Region için sağlık, İtalya için IoT ve İsrail için yine sağlık sektörleri)  Bununla birlikte Almanya sağlık sisteminin kapsayıcılığı ile övünen bir ülke. Almanya’nın yanında vatandaşı olduğum Türkiye ve İtalya’nın, bununla birlikte Avusturya ve İsviçre’nin sağlık sistemlerini hem yakından tanıyan hem de sıklıkla kullanmış biri olarak Almanya’da gördüğüm uygulamaların, acilen düzentilmesi gereken tarafları olmakla birlikte, saydığım ülkeler arasında en iyisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yazıda sağlık sistemleri arasındaki bu karşılaştırmadan yola çıkarak Almanya piyasasına sağlık sigortaları ile ilgili bir çözüm geliştirmek isteyen start-up’lar için genel hatlarıyla bir yol haritasını sizinle paylaşacağım. Detaylı bilgiye ihtiyaç duyanlar, bu pazarlara çözümlerini sunmak isteyenler ile ‘Aiza Consulting’ kanalıyla iletişime geçebiliriz.

Daha öne birçok defalar dile getirdiğimiz gibi sağlık sektörü ile sigorta sektörü arasında doğrusal bir korelasyon söz konusu. Kamu veya özel sektör tarafından sağlanan hizmetler olsun, sağlık harcamalarının arttığı bir ülkede sigorta sektörü de doğal olarak önemli bir gelişme gösteriyor. Almanya sigorta sektörünün ülke GSYIH’sındaki payını dikkate alırsak (penetrasyon olarak adlandırılan bu rasyo, brüt prim üretimi ile yıllık GSYİH’nın oranlanması ile bulunmaktadır. Almanya için OECD tarafından hesaplanan bu oran 2017 yılı için 6.3 olarak hesaplanmıştır.)sigorta sektöründeki gelişmenin tesadüfi olmadığını görebiliyoruz. Genel olarak, değişen yaşam şekillerimiz ve uzayan ömrümüzde yaşlılık safhasında artan kalma süremizle birlikte, ister kamu tarafından ister özel sigortalar tarafından karşılansın, artan bir hasta-yaşlı bakım maliyeti söz konusu. Yani sigortalı olarak şu anda en uzun dönem olarak yaşlılık evresinde kalıyoruz ve dolayısıyla bu döneme yönelik sigortacılık çözümlerine daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Almanya’da son dönemde yaşlı bakım evlerinin mantar gibi çoğalması, barınma hizmeti olmaksızın bakım hizmeti sunan firmalarda ve sağladıkları istihdam oranlarındaki hızlı artış da bu talebin sonucu olarak karşımıza çıkmakta. Dolayısıyla sigorta sektöründen hızlı bir talep görmek isten bir start-up’ın öncelikle sağlık sektörünü ve alt kategori olarak da yaşlılık dönemine yönelik bakım ve tedavi süreçlerini hedeflemesi doğru bir adım olacaktır.

Bu döneme dair öne çıkan hastalıklara sigorta şirketlerinin sağladıkları teminat perspektifinden baktığımızda ise iki hastalığa dair talebin öne çıktığını görmekteyiz. Bunlardan biri demans diğeri ise alzheimer. Bu hastalıklara yönelik tedavi ve sonrasında bakım hizmetlerine yönelik nüfusu hızla yaşlanan ve dolayısıyla bu hastalıkların potansiyel taşıyıcıları haline gelecek ciddi bir nüfus söz konusu Almanya’da. Bu iki hastalığın herhangi bir aşamasına; teşhis, tedavi veya tedavi sonrası bakım; yönelik inovatif fikirlerin sigorta ve reasürans şirketleri tarafından havada kapışıldığını da rahatça söyleyebilirim. Üstelik bu tedavilere yönelik faaliyetlerin hepsi hem kamu destekli hem de çalışmalar çok uzun vadelere yayılmakta. Dolayısıyla bir start-up’ın öncelikle ihtiyaç duyduğu finansal sürdürülebilirlik bu projeler için çözülmüş oluyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO – World Health Organization) tarafından yapılan çalışmalar da demans ve alzheimer hastalıklarına yönelik dünya genelinde sadece 13 ülkenin uzun vadeli bir projeksiyon sahibi olduğunu, ülke veya dünya genelinde hasta sayısının da son sürat attığını ortaya koymakta.

Almanya piyasasına geri dönersek demans ve alzheimer ile birlikte kas hastalıklarına yönelik talebin de hızla arttığını görmekteyiz. Bu talep sadece yaşlılık dönemi fizyo-terapi değil, spor sakatlanmaları ve bütün yaş dönemlerine yönelik fizik tedavi çalışmalarını kapsamakta. (Almanya özellikle kas temelli tedavilere yönelik bir merkez olmayı hedeflemekte) Bu alana yönelik önleyici hizmetler de sigorta şirketleri tarafından hızla değerlendirilmekte ve müşterilerine aldıkları poliçe karşılığında hediye edilmekte. Bunun dışında terapi süreçlerine yönelik geliştirilecek ekipmanlar ve bütün yaş gruplarına yönelik bakım personeli açığı da sistemin diğer acil ihtiyaçları.

           Değişen demografik yapıyla birlikte değişen yaşam biçimlerimiz ve dolayısıyla hızla değişmeye başlayan teminat taleplerimiz. İklim değişikliğinin sigorta sektörüne etkileri yoğun olarak konuşulmaya başlanmış olsa da (Teşekkürler Greta!) değişen demografik yapıyı henüz hakkıyla sigortacılık gündemine alabilmiş değiliz. Umarım 2020 yılı iklim değişikliği ile birlikte demografik değişimin de bolca tartışıldığı ve şirketlerin kapsamlı aksiyonlarına konu olduğu bir yıl olur.

#HealthInsurance, #DemograpficChange, #HealthTech, #MacroProjection, #AizaConsulting,  #ZeynepStefan

 2,272 total views

Teminat Açığı ile Mücadele ve Bir Sosyal Politika Uygulaması olarak Sigortacılık

Her ne kadar uygulama daha çok talep edilen ve ilgi çekici bulunulan alan olsa da kuram, bütün yapının yükseldiği, yapılması amaçlanan faaliyetin sahip olması istenen en temel değerlerinin belirlendiği ve aslında bütünü şekillendiren önemli bir tanım. Kuramın, yani temelin, sağlam atılmadığı, yeterli detayda açıklanamadığı her faaliyetin, belli bir dönem sonunda anlamını ve etkinliğini yitirdiğini ve belki de nihai amacına ulaşamadan sonlandırıldığını görürüz. Kuramın bu önemli etkisini anladıktan sonra sigorta sektöründeki faaliyetlerin hangi kuram etrafında şekillendiği sorusu üstüne düşünmeye başlamış ve teminat eksiliği (protection gap) kavramıyla tanışmıştım. Teminat eksikliği ile mücadele, aslında benim için sigorta sektöründe olmak istememin temel sebebi yani benim kuramım. Sigorta sektörünün yarattığı, mikrodan makroya, düzenleyici sosyal etkiler ve riskin gerçekleşmesi sonrasında evini veya bir yakınını kaybeden, hayatlarında kaybın olumsuz etkilerini yaşayan insanlar için bir nebze telafi ve bazı durumlarda teskinlik sağlayan hasar ödemeleri aslında teminat açığı temel kuramı etrafında şekillenmekte.

Teminat açığı kavramının ülke ekonomik ve sosyal politikalarına etkisi eğitim, toplumdaki yoksulluk kavramı ile mücadele ve sonuçta oluşturulan hak temelli bir sosyal içerme politikasını uygulayabilme gibi birçok makro değişkenle de bağlantılı. Bu geniş çerçeve içerisinde Ayşe Buğra’nın ‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika’ adlı harika kitabını okudum ve aslında sigorta sektörünün ülke genelinde uygulanması talep edilen sosyal politikalara etkisi hakkında yeni fikirlere sahip oldum. 

Sigorta sektöründe yer alan birçok kişinin üzerinde mutabık olacağı gibi en çok maddi geliri yüksek olmayan kesim tarafından talep edilmesi gereken poliçe teminatı, prim bedelinin toplam hane gelirine oranının yüksekliği sebebiyle çoğunlukla, zorunlu sigortalarda dahi, es geçilmekte  ve bu durum ülke genelinde teminat açığını arttırıcı olumsuz bir etki yaratmakta. Birçok kaza ve doğal afet teminat dışı kalmakta, mağdurlar zararlarının tazminatı için çoğu zaman devlet desteği beklemekte ve bu durum mevcut sigortalı kesim üzerinde hakkaniyet kuralını zedelemekte ve sigortalanma oranını daha da düşürmekte.   

Teminat açığının artması aynı zamanda toplum bireyleri arasında güvence eksikliğinin ve yoksulluğun artması, genel çerçevede ise Ayse Buğra’nın kitabında belirttiği gibi yoksullaşan insanların topluma katılımını engelleyen bir sosyal dışlanma sorununun ortaya çıkması problemlerini beraberinde getirmekte. Yine teminat açığının artmasının olumsuz etkilerinden belki de en önemlisi eğitim alanında. Toplumda var olan yoksulluğun nesilden nesile geçmesinin önündeki önemli engellerden biri olan eğitim hayatına hiç başlanamaması veya devamlılığının yeteri kadar sağlanamaması teminat açığının büyümesine olumsuz katkı yapmakta. Eğitimdeki bu olumsuz gidiş orta ve uzun vadede ülke ekonomisi genelinde düşen verimlilik ve işgücü eksikliğini, çıktı performansında gerilemeyi, gayrısafi milli hasılada düşüşü getirmekte ve bu fasit dairede teminat açığı daha çok yoksullaşmaya yol açmakta.

Ülke ekonomisi üzerinde bu kadar etkili ve yıkıcı sonuçları olabilen teminat açığı tehlikesinin sigorta sektöründeki en çok uygulanan çözümü mikro sigortacılık. Bunun yanında, fikir babası Muhammed Yunus’a 2006 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazandırmış olan, dar gelirliler arasında yatırımcılık faaliyetlerinin ve dolayısıyla gelir seviyesinin arttırılmasını amaçlayan Grameen Bankası ve mikro kredi uygulamaları, teminat açığının azaltılması ve toplum genelinde vatandaşlık hakları bağlamında yoksullukla mücadele de kullanılan önemli uygulamalar arasında yer almakta.

Teminat açığı bütün ekonomik karar mercilerinin üzerinde durmaları ve azaltmak için orta ve uzun vadede geniş kapsamlı çalışmalar gerçekleştirmek zorunda oldukları, olumsuz etkileri yıkıcı olan bir kavram. Sigortalılık oranının arttırılması, sigorta poliçesinin satılan değil talep edilen bir hizmet/ürün haline getirilmesi, ileri risk analiz çözümleri ile sahip olunan risk bazlı fiyat politikasının etkin şekilde uygulanabilmesi, teminat sağlanamayan durumlarda düzenleyici kurumun devreye girerek oluşturduğu teminat havuzları ile piyasaya müdahale etmesi gibi uygulamalar teminat açığının azaltılması ve refah seviyesinin yükseltilmesi hedeflerine ulaşabilmek için uygulanabilecek aksiyonlardan bazıları. Grameen Bank uygulaması ve mikro sigortacılık kavramı ise başka bir yazının konusu olacak.      

#ProtectionGap, #PoliticalEconomy, #AyseBugra, #ViciousCycle, #MicroInsurance, #GrameenBank, #ZeynepStefan 

 1,253 total views,  1 views today

Paylaşım Ekonomisi Sigortacılığı Nereye Götürecek?

Sigorta gündemi InsurTech’le birlikte hergün farklı yönlere gidedursun, uzun zamandır emin ve yavaş adımlarla ilerleyen yeni bir akım, paylaşım ekonomisi, sigortacıların ajandasına girmeyi başardı. Günümüzün hakim anlayışı neo-klasik iktisattaki mal sahipliği kavramından farklı olan paylaşım ekonomisini, sahip olunan varlıkların atıl kapasitesinin bu varlığın sağlayacağı faydaya ihtiyaç duyan farklı ekonomik birimler ile belirli şartlarla paylaştırılması olarak tanımlayabiliriz.

Paylaşım ekonomisinin temelinde Türkiye piyasasında da gündemde olan P2P (Peer to peer – denkler arası veya eşler arası) işletme modeli mevcut. Yani hizmet veya ürünlerin ya aracısız olarak, ya da olabileceği en direkt haliyle son kullanıcı ile buluşması amaçlanmakta. Tabi böyle bir direk iletişim doğal olarak beraberinde coğrafi kısıtlardan bağımsız olmayı ve genellikle sanal aracıları gerektirmekte. Teknolojideki ilerleme, operasyonel maliyetlerin düşmesi ve cep telefonu kullanımının yaygınlaşması ile birlikte sigorta sektörü için de varlık gösterilebilir bir alan haline gelen paylaşım ekonomisi, yeni bir sigortacılık anlayışına ihtiyaç duymakta. Xaas (Anything as a Services – herşey hizmete konu olabilir) kavramını sigortacılığa sokan paylaşım ekonomisi ile daha önce sigortalanmamış kişilerin müşteri havuzuna girmesi yanında, daha önce sigorta teminatına ihtiyaç duymamış ürün veya hizmetlerin de sigortacılıkla tanışacağını göreceğiz. Hizmet veya ürünü alamayacak kişilerin kiralama seçeneği ile cezbedilmesi ve pahalı olan bazı ürün ve hizmetlerin kiralanabilir hale geldiğinde daha büyük bir müşteri kitlesi ile buluşabiliyor olması paylaşım ekonomisinin gelişiminin ardındaki diğer nedenler. İşletme modellerinin maliyetinin azaltılması, özellikle müşteriyle buluşmanın daha verimli ve karlı hale getirilmesi ise başarının sırrı. Yarattığı diğer bir önemli avantaj ise paylaşım ekonomisine konu hizmetlerin gelişmekte olan ekonomilerde, doymuş pazarlara göre daha hızlı yayılabilmesi. Dolayısıyla Uber Hindistan gibi büyük bir pazarda %80 gibi önemli bir kullanım oranına kolaylıkla ulaşabilmekte ve birden sigortalanabilir araç sayısını da hızla arttırmakta. Öncesinde herhangi bir ticari faaliyette kullanılmadığı için sigortalanmayan araçlar birden sigorta talep eder hale gelmekte.

Paylaşım ekonomisine dair bilmemiz gereken diğer bir unsur ise bu iş modeli ile birlikte ürün yapılarının ve dolayısıyla teminat ihtiyaçlarının da değişiyor olması. Müşteri ihtiyaçlarına göre her amaca hizmet eden ve birçok fonksiyonu olan hizmet veya ürünlerden ziyade tek bir özelliğin bütün fonksiyonlarına sahip olanlar paylaşım ekonomisinde daha fazla sayıda kullanıcı ile buluşmakta. Kullanım süresi kısalmakta, kiralamaya konu ürünün dayanıklılığının, doğal olarak artması gerekmekte, ürünün asıl sahibinin yanında birçok faydalanıcı da belirmekte. Özellikle bir hasar anında büyük önem taşıyacak ve sigortacı tarafından eksiksiz bir şekilde bilinmesi gereken bilgilerin, karşılıklı güven ilkesi içerisinde ve sigortacıyı haksız ödemelere maruz bırakmayacak şekilde paylaşılması ve sürecin doğruluğunun garanti altına  alınması gerekmekte.

Paylaşım ekonomisinin ilk uygulamalarının Hindistan’da tarım makineleri piyasasında gerçekleştirildiğini görüyoruz. Günümüzde bu iş modeli ile kurulan ve milyarlarca dolar büyüklüğe ulaşan firmalara ülkemizde de çok ünlü olan Uber’i, benzer bir araç paylaşma hizmeti sunan Lyft’i, otellerin korkulu rüyası Airbnb’yi, tatillerde evcil hayvanlarınızı bırakabildiğiniz DogVacay’i, garsonluk veya taşınma gibi kısa süreli işler için yardımcı birini bulabileceğiniz TaskRabbit’i veya bisiklet kiralayabileceğiniz Liquid’i örnek gösterebiliriz. 2016 yılı itibariyle 420 şirketin yer aldığı ve 23,4 milyar Dolar hacme ulaşan paylaşım ekonomisinin 2025 yılında büyük bir sıçrama ile 335 milyar Dolar büyüklüğe ulaşması beklenmekte! Bakış açımızı biraz daha genişletip 2025 yılında dünya ekonomisinin büyüklüğünün ne kadar olacağına bakarsak 2025 yılında, 2017 değeri ile kıyasladığımızda, dünya nüfusunun %23, ekonomik faaliyetlerin ise %93 oranından artması beklenmekte. 2017’de 84,8 trilyon Dolar olan dünya ekonomisi 2025 yılında 163 trilyon Dolara (nominal fiyatlar ile) yaklaşacak ve bunun 335 milyarı paylaşım ekonomisi ile elde ediliyor olacak. Yani dünya ekonomisi %93 oranında büyürken paylaşım ekonomisinin bu oranın 14 katı büyüklüğünde, %1331 oranında büyümesi beklenmekte.

Hızlı ilerlemesine rağmen paylaşım ekonomisi halen net olarak tanımlanmayı bekleyen riskler taşımakta. Bu risklerin en büyüğü ise yukarıda da değindiğimiz faaliyetlerin düzenleyici kurumlar tarafından ne şekilde kontrol edileceği. Mevcut düzende belli bir kontrat ve süre çerçevesinde gerçekleştirilen faaliyetler paylaşım ekonomisinde daha kısa sürelerle ve çoğu zaman on-line veya sözlü onaylar ile gerçekleşmekte, hizmet veya üründen birden çok kişi faydalanmakta. Ana görevi tüketici haklarını korumak olan düzenleyici kurumun kısa süreli ve faydalanan tarafların sürekli değiştiği karşılıklı ticareti, sigorta şirketlerinin de menfaatleri çerçevesinde ne şekilde denetleyeceği henüz cevaplanmış değil. Kontrollerin tespit edici değil önleyici olma gerekliliği, faydalanacıların poliçeye dahil edilmesi veya sigorta poliçesi oluşturulurken kaç tane faydalanıcı olabileceğinin tahmin edilmesi ise süreçteki diğer zorluklar olarak karşımıza çıkmakta.

Bu gri alanlara rağmen paylaşım ekonomisinin gelişimi, Türkiye gibi yükselen pazarlar içerisinde yer alan ülkelerde sigortalanma ihtiyacını ve talebini arttıracak, müşteri havuzunu genişletecektir. ‘Büyük Sayılar Kanunu’nun işlemesiyle hasarları daha doğru dağılan şirketler, daha önce ulaşamadıkları bir müşteri tabanına ulaşacak ve sigortalanma bilinci keskin bir şekilde artacaktır. Sigorta şirketleri yukarıda saydığımız ihtiyaçlara cevap veren yeni ürünleri piyasaya sürecek ve ürün yelpazelerini genişletecektir. Uzun zamandır derdimiz olan penetrasyon daha iyi seviyelere yükselecek ve nihayet sigorta sektörünün finans sektörü içerisindeki ağırlığı (hesaplamalarıma göre Haziran 2018 itibariyle, aktifler bazında, finansal sektörün 164,6 milyar TL büyüklüğü içerisinde sigorta sektörünün payı 27,6 milyar TL, yani %4,2) üyesi de olduğumuz OECD ortalamasına yükselecektir.

#SharingEconomy, #P2P, #Xaas, #InsurTech, #OECD, #Penetration, #FinancialDeepening, #ZeynepStefan

 1,554 total views

Macro Benefits of Micro Insurance

Dünya genelinde alt gelir grubunda dolayısıyla mikro sigorta hedef kitlesi içerisinde yer alan yaklaşık 4 milyar kişi olduğu tahmin ediliyor. Bu büyüklükteki bir hedef kitle yaklaşık olarak 40 milyar dolar hacminde bir piyasayı işaret etmekte.

Mikro sigorta, özellikle gelişen piyasalardaki düşük gelir sahibi hane halkını hedefleyen ve bu grup içeri­sinde sigortalanma oranının artırılmasını amaçlayan bir sigorta türü. “Mikro” kelimesi sigorta ürününün dar teminat kapsamını ve düşük prim bedellerini temsil ediyor. Mikro sigorta sayesinde alt gelir gru­buna dahil olan hane halkları sahip oldukları riskleri yönetebilme imkanına sahip oluyor ve bu şekilde kişilerin yaşam kaliteleri artıyor. Sigorta şirketi ise gelişen piyasalarda ve alt gelir grubunda marka bilinirliliğini artırıyor, geniş bir müşteri portföyü ve veritabanı oluşturarak uzun vadeli büyüme için önemli bir kaynağa ulaşma imkanı buluyor.

Mikro sigorta ürünlerinin yapısını incelediğimizde, faaliyet gösterilen pazarın regülatif yapısının izin verdiği çerçevede, hedef kitlenin alım gücünün mik­ro sigorta ürünlerinin kolay anlaşılabilirlik özelliği ve dağıtım kanalı etkinliğiyle birleşerek mikro sigorta pazarını oluşturduğunu görüyoruz.

Düşük teminat ve dolayısıyla düşük prim özellikle­rine sahip mikro sigorta türleri, kullanım alanlarına göre yangın, kaza, doğal afet, hayat ve hayvancılık branşlarında karşımıza çıkıyor. Ürün çeşitliliği burada da ihtiyaca göre şekilleniyor.

Mikro Sigorta Nasıl Gelişir?

Mikro sigortada teminat ve sigorta şirketinin sorum­lulukları klasik sigorta ürünleriyle kıyaslandığında daha dar kapsamlı, pazarlama ve dağıtım kanalları gibi maliyetler için bütçelerin daha sınırlı olduğu görülüyor. Mikro sigortanın genellikle toplumsal bir dernek, vakıf, proje, risk havuzu uygulamaları gibi dayanışma unsurlarıyla işbirliği içerisinde uygulan­ması ve bazı düzenlemelerle vergiden muaf tutulması ise proje maliyetini azaltan ve uygulamanın etkinliğini artıran diğer unsurlar.

Dünya genelindeki uygulamalar incelendiğinde, mikro sigortanın pazar başarısı, piyasada yer alan standart ürün içeriklerinden farklı olarak alt gelir grubuna yönelik ürün özelliklerine sahip olmasına ve geniş da­ğıtım ağı aracılığıyla hedeflenen tüketici grubuyla buluşturulmasına bağlı. Bunun yanında düşük gelir grubunda görülen yetersiz sigorta bilinci, düşük ma­liyetli bir iş modeli geliştirilebilme fikrinin zorluğu, sektörü düzenleyen kanunların mikro sigorta ürü­nünü ve ürün sahibi sigorta şirketlerini destekleyici nitelikte olup olmadığı mikro sigorta ürününün başarısını etkileyen diğer etkenler.

Dünyada Mikro Sigorta Uygulamaları

Dünya genelinde alt gelir grubunda dolayısıyla mik­ro sigorta hedef kitlesi içerisinde yer alan yaklaşık 4 milyar kişi olduğu tahmin ediliyor. Bu büyüklükteki bir hedef kitle 40 milyar dolar hacminde bir piyasayı işaret ediyor. Alt gelir grubunun en yoğun bulundu­ğu bölgelerin başında ise nüfusunun yüzde 70’inin bu grup içerisinde yer aldığı Asya-Pasifik bölgesi geliyor. Bu bölgede mikro sigorta ürünlerinin yoğun olarak tercih edildiği ülkelerin başında ise büyüyen ekonomisiyle Hindistan yer alıyor.

Dünyanın diğer bir ucundaki yüksek alt gelir grubu potansiyeline sahip bölge ise Latin Amerika. Bu bölgede özellikle Brezilya, Meksika ve Peru yüksek mikro sigorta potansiyeline sahip ülkeler. Kredi sigortaları gibi düşük gelir grubuna finansal destek sağlayan mikro sigorta örnekleri yanında belli ürün veya meslek gruplarında alt gelir grubu men­suplarının üretim veya hizmetlerini teminat altına alan ve bu özelliğiyle alt gelir grubunda yer alan hane halkının yaşam kalitesine katkıda bulunan, yüksek sosyal etkiye sahip mikro sigorta uygulamaları da bulunmakta.

Afrika, Güney Amerika ve Asya gibi yüksek po­tansiyel sahibi bölgeleri incelediğimizde, özellikle 2009–2012 yılları arasında mikro sigorta ürün kulla­nımındaki yüksek artış dikkati çekici. Bu dönemde yerel yönetimler ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Prog­ramı (WFP), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), Micro Insurance Innovation Facility, Women’s World Banking (WWB) gibi uluslararası organizasyonların işbirliğiyle, özellikle tarım sektöründe çalışanlar ve onların üretimleri mikro sigorta uygulamalarıyla desteklendi. Böylece hem kişilerin hem de elde ettik­leri ürünlerin teminat kapsamına alınması sağlandı. Bu süreç, mikro sigorta uygulamalarının başarılı bir örneği oldu. Bölgenin sosyo-ekonomik yapısında daha olumlu sonuçlar elde edildi ve tarım alanında kesintisiz üretim ve istihdam süreci başlatılabildi.

Yüksek alt gelir grubu nüfusa sahip diğer bir ülke Hindistan’da ise sigorta sektörü düzenleyici kurumu IRDA (Sigorta Düzenleme ve Geliştirme Otoritesi) ta­rafından sigortacıların portföylerinin belli bir yüzde­sini kırsal kesim ve sosyal kuruluşlara kullandırılması zorunlu hale getirildi. Ayrıca ülke yönetimi, özellikle sağlık ve tarım alanlarında özel sigorta şirketleriyle işbirliği içerisinde sübvansiyon faaliyetlerinin etkinli­ğini artırmayı amaçlayan faaliyetler yürüttü.

Mikro sigorta uygulamalarına baktığımızda, sigortalı tarafından ödenmesi gereken prim bedelinin veya proje büyüklüğüne göre reasürans bedellerinin de uygulama sponsorları tarafından karşılanabildiği görülüyor. Etiyopya’daki tarım faaliyetlerine kuraklık sigortası sağlayan geniş kapsamlı bir proje için reasü­rans desteğinin bedelsiz olarak Swiss Re tarafından projeye bağışlanması bu uygulamaya güzel bir örnek teşkil etmekte.

Türkiye’deki Uygulamalar

Türkiye piyasasında ilk mikro sigorta uygulamalarının dernek, vakıf ve özel amaçlı projeler aracılığıyla başladığını görüyoruz. Alt gelir grubunun gelir düzeyinin artırılmasını ve iş imkanları yaratılmasını amaçlayan projeler mikro sigorta uygulamalarıyla destekleniyor, dar kapsamlı teminatlar düşük prim bedelleriyle sigortalılarla buluşuyor. Bu konuda ilk örneğin, 2011 yılında Tür­kiye İsrafı Önleme Vakfı (TİSVA) ve Güneş Sigorta işbirliğiyle dar gelirli kadınların ekonomik yaşama ka­tılmaları amacıyla gerçekleştirilen proje olduğu görü­lüyor. Bu projeye dahil olan bireyleri kapsayan mikro sigorta prim bedeli sponsorlar tarafından karşılandı.

Hindistan örneğinde olduğu gibi, düzenleyici kurum tarafından şirketlere portföy dağılımlarıyla ilgili bildirilebilecek önerilerin yanı sıra getirilecek teşvik ve vergi kolaylıkları, mikro sigorta uygulamalarının ülkemizde de her sigorta şirketi tarafından gerçekleş­tirilen bir sosyal proje olmasını sağlayacaktır.

Daha adil bir gelir dağılımı için…

Mikro sigorta, bir sigorta ürünü olmasının ötesinde ge­lir dağılımının daha adil hale getirilmesi ve sigortanın sağladığı güvencenin alt gelir grubu arasında yaygın­laştırılması gibi sosyal hedeflere de hizmet eden bir faaliyet. Dünya genelinde yukarıda belirtilen kurum­larla yürütülen projelerde hayat bulan mikro sigorta, ülkemizde de sigortanın sağlayacağı güvenceye ihtiya­cı olan ancak prim bedelleri nedeniyle bu güvenceden mahsur kalan kesimin sigortayla tanışmasında önemli bir misyon üstlenecek. Sigorta şirketleri açısından ise bu kesime ulaşılabilmesi ve sigortalanma bilincinin artı­rılması açısından büyük bir fırsat.

Mikro sigorta projelerini destekleyen şirketlerin sayı­sının artması ve mikro sigorta kapsamında bağışlanan bedellerin ihtiyaç sahipleriyle buluşturulabilmesi, sigortanın toplumsal etkisinin gösterilebilmesi açısın­dan da büyük önem taşımakta.

#MicroInsurance, #MicroInsuranceInnovationFacility, #ProtectionGap, #Sustainability, #IncomeInequality, #Penetration, #ZeynepStefan

 1,873 total views

Economics of Climate Change and Analysis of Asia

Asya, son 20 yılda gerçekleşen doğal afetlerin yarısına ev sahipliği yaptı ve bu hasarların yıllık ortalama maliyeti 53 milyar dolar. Buna karşılık bölgedeki her 1 Euro’luk hasarın sadece 8 senti sigortalı. Sigortacıların en büyük sorunlarından biri de sağlıklı veri akışı ve istatistik olmaması.

Asya piyasası, sigorta ve reasürans şirketleri için halen bir muamma. Yüksek hasar maliyeti, gerek sigortalıların gerekse sigortacıların birbirine duyduğu güvensizlik ve veri eksikliği, özellikle reasürans sektörünün bölgeye temkinli yaklaşmasına ve dolayısıyla sigorta sektörünün bölgede gelişememesine neden oluyor. Sektördeki bu geri kalmışlığa bölgenin yüksek afet frekansı da eklendiğinde karşımıza milli gelir açısından adaletli dağılamamış bir coğrafya, sigortasızlığın getirdiği artan maliyet ve en önemlisi insanlık dramları çıkıyor. Bu kötü koşullara ek olarak bölgede hızla artan bir nüfus var ve 2050 yılında şimdiki mevcut nüfusun iki katına ulaşması bekleniyor. Sosyal sınıflar arası farklılıklar da nüfusla beraber artış gösteriyor. 2020 yılında 2 milyara yakın kişinin orta sınıf statüsünde olması bekleniyor ve bu rakam 2009 yılının iki katı büyüklüğünde. Bölgenin 2050 yılında dünya genelindeki toplam finansal varlıkların yarısından fazlasına ev sahipliği yapacağı tahmin ediliyor. Bölgenin diğer bir sıkıntısı da nüfusun dağılımının bölgesel olarak homojen olmaması ve mega şehir denen bölgelerde toplanan yoğun popülasyonların hasar frekansını ve dolayısıyla maliyetleri artırması. Daha çok sahillerde toplanan mega şehirler bölgedeki nüfusun çoğunu barındırıyor ve özellikle doğal katastrofik hasarlar (Nat CATs) için önemli bir potansiyel barındırıyor. Yaklaşık 1 milyar insanın yaşadığı bu mega şehirler özellikle sel açısından çok riskli bölgelerde konumlandırılmış durumda.

Hasarların yüzde 8’i sigortalı
Asya Kalkınma Bankası (ADB) raporuna göre Asya, son 20 yılda gerçekleşen doğal katastrofik hasarların yarısına ev sahipliği yaptı ve bu hasarların yıllık ortalama maliyeti 53 milyar dolar. Hasarların artış maliyeti gayri safi milli hasıla artışının çok çok üstünde ve doğal afet hasarlarından dolayı milli gelir kaybı yaşayan her on ülkeden yedisi Asya kıtasında yer alıyor. Bütün bu olumsuz koşulların iyileştirilmesi için ekonomik ve kolay bir çözüm yolu olan sigortacılık ise bölgede ne yazık ki çok gerilerde. Munich Re tarafından hazırlanan bir araştırmaya göre, 1980 ve 2012 yılları arasında gerçekleşen doğal afetler incelendiğinde ortaya çıkan her 1 Euro’luk hasarın sadece 8 sentinin (yüzde 8) sigortalı olduğunu görülüyor. Bu oran aynı dönemlerde Amerika kıtası içinse 40 sent
(yüzde 40) civarındaydı. Dünya genelinde sigorta ve reasürans piyasası göz önüne alındığında ise 168 milyar dolar olarak tespit edilen sigortasızlık maliyetinin önemli bir bölümünün Asya kıtası kaynaklı olduğu tespit ediliyor. Dünyanın sayılı ekonomik güçlerinden biri olan Çin, bu sigortalılık açığının önemli bir bölümünü üstünde taşıyor. 2004 ve 2011 yılları sonucu ortaya çıkan hasarlar incelendiğinde bölgedeki sigorta açığının yüzde 90’lık kısmının Çin’de toplandığı görülüyor. Sigortasızlık ve eksik sigorta kısır döngüsü Sigortasızlık oranının yüksekliği ve sigorta sektörüne genel olarak duyulan güvensizlik beraberinde kısır ve yıkıcı bir döngü de getiriyor. Sigortasızlık oranının yüksekliği genel güvensizlik duygusundan besleniyor ve bu duygu sigortasızlık oranını yükseltiyor. Bu iki olumsuz unsur beraberinde yüksek sigorta maliyetlerini de getiriyor. Bölgede yeterli penetrasyona sahip olamayan sigorta ve reasürans şirketleri ise mecburen yüksek primler belirleyerek sigortasızlık oranının artmasına sebep oluyor. Sigortasızlıkla birlikte bölgenin diğer bir problemi de eksik sigortalılık. Marsh tarafından hazırlanan rapora göre bölgedeki telekomünikasyon, enerji ve petrokimya faaliyetlerindeki eksik sigortalılık oranı yüzde 30 ile 60 arasında değişiyor. Bu yüksek değerler, hasar frekansını belirlemede kullanılan hesaplamaların yanlışlığı ve sigortalanmanın maliyetinin bile yüksek olmasıyla açıklanıyor. Bu farkın nedeni ise bölgede, özellikle bu endüstrilerde yaşanan hızlı ve kontrolsüz büyüme. Bölgede yer alan kültürlerden dolayı ortaya çıkan zorluklar da sigortacı ve reasürörlerin gündeminde. Özellikle hayat sigortacılığı bu kültürel farklılıklardan yüksek düzeyde etkileniyor. Çin toplumunda aile bağları, yaşlılara ve çocuklara saygı halen önemli dinamikler. Uzun zamandır tek çocuk politikası yürütülüyor ve nüfus planlaması anlamında baskıcı politikalar devam ediyor. Tek çocuk politikası beraberinde erkek çocuklarının arzu edildiği bir toplum getiriyor ve erkek ve kız çocuklar arasında yaş, sayı ve artış oranları arasında düzensizlik ortaya çıkarıyor. Toplumdaki çocuk ve bebeklerle alakalı, prematüre bebeklerin ölümleri gibi olumsuz koşulların tartışılması bile halen bir tabu. Özellikle hayat ürünlerinde Ping An gibi yerel kuruluşların bu dinamikleri göz önünde bulundurarak ürünlerini farklılaştırdıkları görülüyor.

İstatistikler, veri akışı ne kadar sağlıklı?
Asya kıtasının sigorta verilerinin ne kadar gerçeği yansıttığı ve verilerin tamlığı ise sigortacıların diğer bir sorunu. Asya Kalkınma Bankası tarafından hazırlanan rapora göre güvenilebilir veri anlamında da bölgede ciddi bir açık söz konusu. Bu belirsizlik beraberinde sigortacılığın ilk adımları olan modelleme ve fiyatlama aşamalarında gerçeği yansıtmayan sonuçları da getiriyor. En son teknolojiye sahip modellemeler kullanıyor olsa bile modellemeye sokulan verilerin eksik veya yanlış olması çıkan sonuçların da yanlış olmasına neden oluyor. Örneğin, kilometre başına düşen yağmurun tespit edilmesi ve geleceğe yönelik projeksiyon yapılmasını amaçlayan bir çalışma için kullanılan, farklı resmi kurumlar tarafından aynı bölgeyi kapsayacak şekilde hazırlanan iki raporun birinde bölgeye düşen yağmur oranının yüzde 5 azaldığı, diğerinde ise yüzde 10 arttığı belirtilebiliyor! Bölgede yaşanan olumsuz koşullarla birlikte değişen iklime uyum sağlanması ve bunun sigorta maliyetlerini azaltması da gündemde. “İklim Adaptasyonunun Ekonomisi” (Economics of Climate Adaptation – ECA) tarafından hazırlanan “İklim Değişikliklerine Uyum ve Alınabilecek Önlemler” başlıklı raporda, bölgedeki değişen iklim koşullarına adaptasyonun beraberinde sigortalıların yaşamlarında değişikliğe gitmelerine, sigortacılık koşullarının ve sigorta ürünlerinin yapısının değişmesine neden olacağı belirtiliyor. Bu değişikliğin maliyetlerde yüzde 40 ila 70 arasında düşüş sağlayabileceği de raporda dikkat çeken diğer bir tespit. Bölgenin yaşam kalitesinin kabul edilebilir düzeylere çıkabilmesi için özellikle ülke yönetimlerinin, sigorta ve reasürans şirketlerinin katıldığı çoklu bir işbirliği kurulması ve ilk adım olan sigorta bilincinden başlayarak Asya’nın geleceğinin yeniden biçimlendirilmesi gerektiği sigorta profesyonelleri tarafından ortaklaşa dile getirilen bir görüş. Swiss Re’nin son Sigma raporunda da belirtildiği gibi, sigortacılık sınırlarının genişletilmesi ve daha önce ulaşılamayan alanlara ulaşabilmesi özellikle reasürans piyasası olmak üzere sigorta ve reasürans piyasasının işbirliği ve iklim değişiklikleri gibi yapısal değişiklikler sonucunda ortaya çıkan iş imkanlarının değerlendirilebilmesiyle mümkün olacaktır. Sigorta ve reasürans şirketleri tarafından alınan aksiyonlarla bölge için yeni bir gelecek yaratılabilecek ve ulusal ve uluslar arası ekonomilerin gelişimi sigorta gibi güçlü bir araç vasıtasıyla desteklenecektir.

#ClimateChange, #NatCATs, #AsianMarket, #AsiaDevelopmentBank, #EconomicsofClimateAdaptation, #ZeynepStefan

 1,447 total views,  1 views today

CAT Bonds

Artan nüfus, değerlenen gayrimenkuller ve özellikle afet bölgelerinde görülen kontrolsüz yerleşim yerleri beraberinde yükselen hasar maliyetlerini getirmekte. Bu maliyet aslında sigortanın sosyal faydasının önemini de bize gösteriyor. Özellikle sigortasız olan hasarların tazmin sorumluluğu hükümet tarafından vergilerle karşılanmaya çalışılıyor ve olası bir düzensizliğin engellenmesi için, örneğini Van depreminde de gördüğümüz gibi, hasar gören ve DASK sigortası da olmayan konutlarda yaşayanlar için yeni ev taahhütleri veriliyor. Aslında ülkemizdeki sigorta penetrasyonuna indirilen en büyük darbe bu. Sigortalıların bir nevi tedbirli olmaları dolayısıyla cezalandırıldıkları bu uygulama ile sigortalı olmaya inanç zedelenmiş oluyor.

Sigorta piyasasını olumsuz etkileyen bu gibi uygulamalara ilaveten hasar maliyetlerinin sigorta şirketlerinin yatırım gelirleri, sıfır faiz ortamında azalmaya devam ediyor. Sigorta şirketleri ve reasürör firmalar arasında yatırım benzeri bir ilişki olmakla birlikte büyük tutarlı hasarlar söz konusu olduğunda, reasürör fiyatlamayı ve üstlenmek istediği riski sigortacı aleyhine değiştirebildiğinden sigortacının elde etmeyi planladığı kar düşmekte. Ayrıca kayıpların büyüklüğü nedeniyle sigorta şirketleri üstlendikleri riskleri ve risklerin yer aldığı bölgeleri sınırlama yolunu seçmekteler. Bu uygulamalar da prim üretimini sınırlayan diğer faktörler olarak karşımıza çıkmakta. Bu olumsuz ortamda yatırım opsiyonlarının sigortacılar için çeşitlendirilmesi, geleneksel reasürans programlarına ve devlet desteklerine alternatif olabilecek risk bazlı teminat ürünlerinin geliştirilmesi ihtiyacını doğurdu ve böylece yeni bir sermaye piyasası yatırım ürünü oluşturuldu. Risk bazlı teminat ürünü (risk-linked securities) olarak adlandırabileceğimiz bu yatırım ürünü sigorta şirketleri için reasürans teminatının, sigortalılar için ise sigorta teminatının bazı özelliklerini bünyesinde bulunduruyor.

CAT tahvilleri (CAT Bonds) ise bu yeni yatırım seçenekleri içerisinde şu anda en popüler olanı. Tahviller adını katastrofik risk (Catastrophic Risk) kelimesinden alıyor. Katastrofik riskler fırtına, deprem, hortum gibi doğal afetler veya büyük terör saldırılıları gibi insan yapımı olan ve ciddi finansal kayıplara neden olan ancak önceden tahmin edilmesi zor olan olayların taşıdığı riskler anlamına gelmekte.

CAT tahvilleri piyasasının oluşumunu hazırlayan ise 1990’lı yıllarda meydana gelen Andrew fırtınası ve Northridge depremi. 1992 yılı Ağustos ayında meydana gelen Andrew kasırgasında ortaya çıkan 30 milyar dolarlık kaybın yalnızca 15,5 milyar doları sigortalı idi. Hasarla alakalı ödemeler sigorta şirketlerinin sermaye yapılarını öyle olumsuz etkiledi ki ek rezerv gerekliliğinden dolayı penetrasyon oranları düştü. Sermaye krizi sonrasında 11 sigorta şirketi iflas etmek zorunda kaldı. Sigorta piyasasına inen ikimnci darbe ise 1994 yılının Ocak ayında meydana gelen ve Los Angeles’ın Northridge bölgesini etkileyen 6,7 büyüklüğündeki depremdi. Toplamda 30 milyar dolara yaklaşan hasarın sadece 12,5 milyar doları sigortalı idi. Deprem sonrası deprem riskine verilen teminatlar dramatik bir şekilde düştü ve piyasa inanılmaz derecede küçüldü. Sigorta piyasasına son darbe ise 1995 yılı Kobe depremiyle geldi. 147 milyar doları bulan toplam hasar maliyetinin sadece 4,1 milyar doları sigortalı idi. Bu gelişmeler ve sonrasında reasürans piyasasında yaşanan çalkantılar sigorta piyasasını çok olumsuz etkiledi. O yıllarda sigorta şirketleri tarafından primlerinin %54’ü reasürans şirketlerine aktarılıyordu ve bu durum beraberinde sigorta şirketleri için büyük bir finansal sıkıntıyı beraberinde getirdi. Amerikan sigortacılık piyasasında yapılan araştırmalarda elde edilen önemli bir veri bu olumsuz etkinin sadece hasarın olduğu branşla sınırlı kalmadığını da gösteriyor. Yüksek maliyetli katastrofik hasarların öncelikle o hasar branşı dışındaki sigortalar için sahip olunan sermayeyi erittiği, sonrasında ise reasürans piyasalarında ilgili branşa olan talebi azalttığı görülmekte.

Bu olumsuz ortamın sigorta piyasasına armağanı ise CAT tahvilleri oldu. Tahvilin ihracı için öncelikle bir sigorta şirketi belli bir bölgede sigortaladığı varlıkların değerlerinden oluşan bir portföy oluşturuyor. Bu portföyün finansal yeterliliğini sağlayabilmek için önünde iki yol var. Reasürans şirketlerini devreye sokarak riskinin belli bir bölümünü komisyon karşılığı devredebilir veya bir CAT tahviline sponsor olarak bu riski yatırımcıya aktarabilir. Bir yatırım bankasının yardımı ile tahvilin piyasaya sunulabilmesi için bir SPE (special purpose equity) oluşturulur. Tahvili alan yatırımcı LIBOR oranı ile birlikte, genellikle %3 ile %20 arasında değişen oranlarda bir kupon bedeli öder. Tahvili alırken belirtilen katastrofik riskin gerçekleşmemesi durumunda yatırımcı belirlenen faizle birlikte anaparasını geri alır. Riskin gerçekleşmesi durumunda ise yatırımcılardan elde edilen kaynaklar hasarın tazmin edilmesi için kullanılır ve yatırımcılara herhangi bir ödeme gerçekleştirilmez. Örneğin Türk bir sigorta şirketi Ayamama deresi bölgesinde sele karşı sigortaladığı varlıklarla alakalı bir CAT tahvili oluşturabilir ve tahvilin süresi olan bir yıl içerisinde tahvilde belirtilen özelliklere sahip bir sel olmaz ise belirtilen getiriyi yatırımcısına öder. Eğer sel gerçekleşirse yatırımcılardan topladığı fonlar ile kendisine iletilen hasar taleplerini karşılar.

CAT tahvillerinin yatırımcılar ile buluşabilmesi için yatırım bankaları veya sigorta brokerları özel bir reasürans ürünü (SPRV – Special Purpose Reinsurance Vehicle) tanımlıyor ve sponsor bir şirket bulabilmek için sermaye piyasasına sürüyor. Tahvile konu olan katastrofik risk gerçekleşmediği müddetçe, genellikle bir yıl olan yatırım sürecinin sonunda, elde edilmesi taahhüt edilen gelir yatırımcıya ödeniyor. Menkul kıymetleştirme (securitization) olarak adlandırılan bu süreç sayesinde sigortacılar sermaye piyasalarında geniş yatırım imkânlarına kavuşuyorlar. Tahvilleri çıkarma maliyeti yasal, muhasebesel ve teknolojik gibi rutin maliyetleri içermekte ancak bu tahvil işlem ücretleri geleneksel reasürans ürünlerine göre daha yüksek. Söz konusu işlem maliyetlerinin zaman içerisinde azalacağını öngörebiliriz.

Yatırım ürünü olarak CAT tahvillerinin bilinilirliğinin az olması, konu olan katastrofik riskin gerçekleşme olasılığının tahmin edilememesi ve tahvillerin işlem hareketlerinin takip zorluğu CAT tahvillerinin şimdilik sahip olduğu olumsuz özellikler. Az biliniyor olmasına rağmen yatırımcıların ortak oldukları riskle alakalı değerlendirme kabiliyetlerinin artması ve piyasadaki getirinin yükselmesi durumunda CAT tahvil piyasasının büyük bir potansiyele sahip olduğu ve ürün çeşitliliğinin yatırımcının yaratıcılığı ile sınırlı olduğu uzmanlar tarafından dile getiriliyor.

Katastrofik riskin bu şekilde bir ürün ile dağıtılması ve yatırıma yöneltilmesi ile ilgili ilk çalışma Wharton School profesörlerinin çalışmaları sonucunda oluşturuldu. İlk deneysel ürünler sigorta devi AIG ve reasürör Hannover Re tarafından piyasaya sürüldü. Tahvillerle alakalı ilk işlemler ise 1992 yılında Chicago Ticaret Odası’nda (CBOT – Chicago Board of Trade) gerçekleştirildi. 1998 ve 2001 yılları arasında yaklaşık 1 milyar Dolar olan piyasa büyüklüğü, 11 Eylül’de yaşanan terör saldırısının ardından ikiye katlandı.  2006 yılında yaşana Katrina kasırgası sonrasında tahvillerin piyasa büyüklüğü 4 milyar Dolar’a ulaştı.

Tahvillerin en önemli özelliği sigortanın da sigortalanması mantığındaki gibi tahvile konu olan riskin de gerçekleşme riskinin yatırıma konu olabilmesi. Örneğin 2003 yılında Citi Group katastrofik tahvil piyasasındaki olası bir kriz sonucunda ortaya çıkacak zararı tazmin etmek için bir istikrar tahvili piyasaya sürmüştü. İnsan yapımı katastrofik hasarlar da CAT tahvillerine konu olabildiğinden denetim firmalarının veya sigorta şirketlerinin taşıdığı sistematik riskin finansal kayba dönüşebilmesi riskinin dağıtılabilmesi için bir tahvil oluşturulması gerektiği de akademisyenler tarafından belirtilen diğer bir fikir.

 

#CatBonds, #RiskManagement, #RiskLinkedSecurities, #CatastrophicRisk, #SpecialPurposeReinsuranceVehicle, #SpecialPurposeEquity, #ZeynepStefan

 2,437 total views

Takaful (Faizsiz Finansal Derinlik ve Tekafül)

Tekafül yani islami sigortacılık, Hazine’ye iletilen şirket kurulum talepleriyle yeniden gündemde. İslami esaslara göre karar veren bir fetva kurulu tarafından yönetilecek olan şirketler için günümüz uluslararası finansal piyasaları kaynak yaratma hususunda geçmişe göre daha avantajlı.

Tekafül sigortacılığı uygulamak isteyen bir ticari kurum öncelikle yönetim mekanizmasından işe başlamakta. Finansal piyasaya sürdüğü sigorta ürünlerinin ve bu ürünlerin arkasındaki sermayenin islami esaslara uygun bir yapıda olduğunu teyit edecek bir fetva kurulu profesyonel yönetim kadrosu ile hissedarlar arasında görev alıyor. Bu kurulun görevi şirketin mevcudiyetinin islami yönetim esaslarına uygun bir şekilde yürütüldüğünden emin olmak. 

Tekafül sigortacılığı yapmak isteyen şirketler üç farklı uygulamaya yönelebiliyor. Bunlar vakıf yoluyla sigortacılık uygulanması, teberru ve mudaraba. Teberru uygulamasında sigorta teminatı sahibi olmak isteyen kişi/kurum bu teminatı sağlayan kuruma talep ettiği teminat ölçeğine uygun bir teberruda yani ödemede bulunur. Bu şekilde biriktirilen finansal kaynakla yine islami usule uygun piyasalarda yapılan yatırımlar ile kar da elde edilebilir. Bu durumda teminat sağlayan kurum teminat talep edene ilgili kazançtan pay da dağıtabilir. Mudaraba ise teminat ve ölçeğine bakılmaksızın yeterliliği uygun görülen üretim amaçlı girişimlere kar-zarar ortaklığı temelinde sermaye ve aynı zamanda yönetim desteği sunmaktır. Taraflardan birinin sermaye kaynağını sağlamasının yanında diğeri emek veya ustalık sağlayıcısı durumundadır. Elde edilen kar sermaye ve emek sahipleri arasında öncesinde belirlenen esaslara göre dağıtılır. Zarar edilmesi durumunda ise önceden belirlenmiş bir dağılım yok ise sadece sermaye sahibi zararı karşılar. Vakıf yoluyla gerçekleştirilen sigortacılık faaliyetleri ise diğer uygulamalardan daha eski. Benzer teminat ihtiyaçlarından dolayı biraraya gelen kişi ve kurumların sağladıkları ve düzenli olarak arttırılan sermaye ile teminat ihtiyaçları giderilir. Değerlendirme açısından islami esaslara uygun olup olmadığı beyan edilmemekle birlikte sigorta şirketlerinden teminat bulamayan kuruluşların bir araya gelerek oluşturdukları gruplar bu uygulamaya bir örnek teşkil etmekte. Bu üç uygulamada da ortak olan nokta ise hem teminat talep edenin hem teminat sağlayanın sürecin islami yasaklar çerçevesinde şekillendiğini bilmesi ve süreç şartlarının öncesinde yazılı olarak beyan edilmesi. Dolayısıyla tekafül şartlarına uygun olarak kurulmuş ve yönetiliyor olsa dahi kamuoyu ile paylaşılan kuruluş şartnamesinde tekafül şartları belirlenmeyen ticari kuruluşların islami çerçeveye göre sigortacılık faaliyeti gerçekleştirdiği otoriteler tarafından kabul edilmemekte.

Burada dikkate alınması gereken diğer bir husus ise islami esaslara göre yönetilecek olan sigorta şirketlerinin katılımcı olarak adlandırılabileceğimiz sigortalılarının olası hasar taleplerine nasıl cevap vereceği. Burada da devreye sukuk ihracı giriyor. Son zamanlarda Türkiye finansal piyasalarında da yaygınlaşan ve paranın nasıl değerlendirildiğiyle alakalı islami hassasiyete sahip olan ülkelerin de yoğun talep gösterdiği sukuk ihraçları islami sigortacılığın kaynak ihtiyacını karşılayabilmekte.

Arapça finansal sertifika anlamına gelen ve İslami Kuruluşlar Muhasebe ve Denetim Kurumu (AAOIFI- The Accounting and Auditing Organization for Islamic Financial Institutions) tarafından “dayanak teşkil eden bir varlık sepetinde yer alan varlıklar üzerindeki ortak mülkiyeti temsil eden eşit değerdeki sertifikalar” olarak tanımlanan sukuk genellikle bono kelimesi yerine kullanılıyor. Alışılagelen menkul piyasalarından farklı olarak daha az volatilite özelliğine dolayısıyla daha az getiriye sahip. Faizsiz tahvil olarak da adlandırılabilen sukuk, bir varlığa veya ondan belirlenen bir süre boyunca yararlanma hakkına sahip olma anlamına da gelmekte. Mevcut bono ve tahvil ürünlerinden ayrılmasının nedeni ise sadece nakit akışı sağlamaması aynı zamanda mülkiyet hakkı da tanıması. Günümüzde sukuk ihracı dokuz farklı şekilde gerçekleştirilebilmekte. Bunlar istisna sukuğu, selem sukuğu (ileriye dönük satınalma), hibrid (melez) sukuk, mudaraba sukuğu (emek-sermaye ortaklığı), icara sukuğu (leasing veya kira finansmanı), muşaraka sukuğu (kar-zarar ortaklığı), hisse senediyle değiştirilebilir sukuk, hisse senedine dönüştürülebilir sukuk ve murabaha sukuğu (maliyet artı kar marjlı satış) olarak adlandırılmakta.

Bu talebin lokomotifi ise 1981 yılında ekonomik işbirliği ve yatırım fırsatlarının değerlendirilmesi amacıyla Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Oman ve Bahreyn’in katılımıyla kurulan Körfez İşbirliği Konseyi (The Gulf Cooperation Council). Dünya petrol üretiminin %45’ini ve doğal gaz üretiminin ise %20’sini gerçekleştiren toplamda 65 trilyon Dolar yeraltı kaynağına sahip, toplamda 46 milyon nüfüslu bu ülkelerin yatırım arayışları, Avrupa’nın düşük yatırım getirilerine alternatif arayan uluslararası oyuncular için ciddi fırsatlar barındırmakta. Coğrafi yakınlığı ve müslüman nüfusu ile Türkiye de bu zengin pastadan pay alma peşinde. Türkiye piyasasında sukuk ihracı ile ilgili yasal düzenleme 2010 yılında SPK tarafından gerçekleştirildi.

İslami esaslara göre yönetilmeseler bile günümüzde birçok finansal kuruluşun sukuk benzeri yatırımları finansal piyaslardaki klasik yatırımlara tercih ettiğini görebiliyoruz. Başlangıç noktası olarak altyapı yatırımlarına ağırlık veren veya yap-işlet-devret modeliyle büyük projeleri geliştirilen kurumların uygulamaları da sukuk ile aynı temel fikirden çıkmakta ancak finansal kaynaklarının çeşitlendiği noktada birbirinden ayrılmakta. Telekomünikasyon sistemleri, hava veya deniz limanları, baraj, köprü, demiryolu, karayolu gibi düzenli gelir üretebilme özelliğine sahip yatırımlar, katılım payı temeline dayanmakta ve projenin özelliği gereği minimum garantilenen kazanç özelliği taşımakta.

Dünyada ilk olarak 2002 yılında Malezya tarafından gerçekleştirilmiş sukuk ihracının 2017 yılında 900 milyar dolarlık bir finansal derinliğe ulaşması beklenmekte.   Türkiye’de ise 2015 yılı hedefi 256 milyon dolarlık fon büyüklüğü elde edilmesi. Cumhuriyetimizin 100. yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisinde yer alma hedefi çerçevesinde yurtiçi piyasada desteklenen sukuk ihracatına yerli ve yabancı yatırımcıların da talebi büyük. 2012 yılında Hazine tarafından gerçekleştirilen 1,5 milyar dolarlık sukuk ihracatına yatırımcılardan ihraç edilmesi planlanan tutarın beş katı kadar talep iletilmişti. Bu durum piyasadaki büyük yatırım fırsatının bir göstergesi. Özellikle ülkemiz yatırımcıları arasında soyut nitelikte olan bono ve tahvil ürünleri yerine somut özellikteki altyapı ve baraj yatırımlarına olan talepteki artış dikkat çekici. Sukuk ihraçlarının çeşitlenmesi ve faiz hassasiyeti dolayısıyla gelir alternatiflerini sınırlayan zengin yatırımcılara ulaşılması ile atıl olarak bekleyen kaynaklar harekete geçecek ve yazının başında bahsettiğim finansal derinlik islami temelli sigorta şirketlerinin gelişebilmesi için uygun ortamı yaratacaktır. Sigortacılığın aynı zamanda bir kaynak yaratma ve mevcut kaynakları en etkin şekilde, sigortalıların teminat taleplerine cevap verebilmek üzere, değerlendirebilme sanatı olduğunu düşündüğümüzde; sukuk ihracının sadece faize duyarlı yatırımcıları piyasa kazandırmayacağını aynı zamanda islami yasaklar çerçevesinde sigorta teminatından uzak duran kişileri de sigortalı yapacağını söyleyebiliriz.

#Takaful, # AAOIFI, # TheGulfCooperationCouncil, #SPK, #IslamicFinance, #Muamalat, #Riba, #Gharar, #Mudharabah, #ZeynepStefan

 1,472 total views,  3 views today