SVB Düşerken…

Silicon Valley Bank! İsmi bile ne kadar çok şey vaat ediyor değil mi? Bu yazıyı bir risk yönetimi güzellemesine çevirme niyetim yok, ancak ne yazık ki her yol Roma’ya çıkar!

Kaliforniya merkezli, genellikle girişimcileri fonlayan Silicon Valley Bank (SVB) FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation) tarafından kapatıldı. Aslında günler önce bu yazıyı hazırlamıştım, ancak böyle zamanlarda en iyisi toz bulutunun inmesini ve konuşanların susmasını beklemektir. Resim sonrasında netleşir ve aslında ne olduğu görülür.  Evet risk yönetimi zayıftı, evet çok temel bankacılık göstergeleri krizin geldiğini önceden haber veriyordu ve yine evet ki herkes her şeyi biliyordu.

En başa dönelim. Risk yönetimi aslında temel olarak bir basite indirgeme sürecidir. Değişkenleri, senaryoları, bileşenleri değerlendirirsiniz ve iki çıktıya ulaşmayı hedeflersiniz: Evet, bu karar benim risk iştahımın altındadır, dolayısıyla yapıyorum. Hayır, bu karar benim risk iştahımı aşar, reddediyorum veya kabul sınırlarıma çekilmesi için gerçekleştireceğim planlamaların sonrasında kabul ediyorum. Senaryo analizlerinin, sayısallaştırma teknolojilerinin ve biz risk yöneticilerinin sıklıkla kullandığı metodolojilerin bu kadar geliştiği bir dönemde bu soruya verilen cevaplar eskisinden daha net ve gerçeğe yakındır. Dikkate almadığınız değişken kalmaz, göz ardı etseniz bile etkisinin sınırlı olduğu ön kabulünü yaparsınız. Bütün hazırlıkların ardından halen o risk, %95 veya %99 güven aralığının dışında kalmış olabilir. Bu da zaten sizin önceden kabul ettiğiniz bir kayıp seviyesidir. Bunları ben biliyorum, SVP risk yönetim ekibi eminim benden daha iyi biliyordur, raporlamanın yapıldığı bağımsız yönetim kurulu üyeleri de çok iyi biliyordur. Dolayısıyla hiçbir şey sürpriz değildir ve bizim gördüğümüz resim alınan riskin sonuçlarıdır. SVP bir risk aldı. Kaybetti. Çok normal. Normal olmayan sonrasında iletilen talepler. 209 milyar Dolar değerinde toplam varlık ve sadece 40 saatte çekilen 42 milyar Dolar ile birlikte tamamen batan bir iş modeli.

Bir ‘Minsky Anı’ (Minsky’s Moment) vardır ve şahsen favorimdir. Finansal sistemlerin istikrardan istikrarsızlığa geçtiği o ilk an. Aslında her şeyin mübah olmaya başladığı sıfır noktası.  İşte o andan sonra ne rasyonalite kalır ne FDIC tarafından sağlanacak teminatın sınırlandırılacak olması kuralı ne de risk alanın kaybetmeyi de göze aldığı gerçeği. Peki bu an yaşandıktan sonra düzenleyici kurum hiçbir şekilde müdahale etmemeli miydi? Kesinlikle etmeliydi. Ancak iş planları açıklandığında, SVP Yönetim Kurulu tarafından onaylanan risk iştahı ilk aşıldığında yani yıllar önce. Evet piyasaların gelişmesi için bir miktar deregülasyon faydalıdır. Ancak hissedarlar, tüketiciler ve diğer paydaşlar bu aşımın sonuçlarını ve risk gerçekleştiğinde ne kadar teminatla korunacaklarını bilmelidir. Üstelik SVP’de bu aşım durumunun bir seferlik olmadığını da görüyoruz. Bilinçli ve kendini tekrarlayan bir esnetme. Dolayısıyla kesinlikle bir risk yönetimi zafiyeti değil ancak düzenleyici kurum çerçevesinde kesinlikle bir basiretsizlik örneği.  Düzenleyici kurum eminim birçok kez SVP’nin kapısını çalmak istemiştir ancak gerekli dirayeti göstererek gidememiştir. İşte basiretsizlik burada. Yeri geldiğinde ‘ben risk görmüyorum’ diyen cahillere karşı Wall Street’deki ‘korkusuz kız’ gibi durabilmekte. (Bir başka favorim)

Ancak burada dikkatinizi çekmek istediğim başka bir aşınma da var. SVP’nin iş modeline dahil ettiği ‘start-up’ların ve fon sahiplerinin 21. Yüzyılın bence iktisattaki en büyük keşiflerinden biriyle de vurulduğunu düşünüyorum: ‘Community-Based Economy’. Kendi kapalı devre ekonomik faaliyet döngüsünün yaratılması: Fikirler bizden, müşteriler bizden, yatırımcılar da bizden. 2016’da başlayan mentorluk hayatımda bu yapının suiistimal edilmediği bir örneğe ne yazık ki rastlamadım. Özellikle yatırımcı ayağında kendilerinin bile takip etmediği ve inanmadığı fikirleri veya projeleri arkadaşlarına ve yakın çevrelerine sunan insanlar: ‘Ben battım, sen de bat’ veya ‘sen de batarsan en azından ben batışımı biraz daha kurtarabilirim.’ İtalyancada çok güzel bir deyiş vardır: ‘Tutti colpevoli nessuno colpevole’ (Herkes suçluysa hiç kimse suçlu değildir). ‘Community-Based Economics’ de işte bu çok eski ve İtalyanlar arasında çok ünlü özdeyişin günümüzdeki izdüşümü.

#ZeynepStefan, #AIZA, #CommunityBasedEconomy, #MinskysMoment, #SVP, #SilicanValleyBank, #FDIC

 1,010 total views

Reasürörler Nezle Olursa Sigorta Şirketlerine Ne Olur?

Sigorta ve reasürans şirketleri arasındaki korelasyonu ve özellikle reasürans fonksiyonunun sigorta piyasası üzerindeki hakimiyetini her zaman merakla takip ederim. Reasürans şirketleri bence finansal piyasalarımızdaki en sofistike bileşen. Hem sigorta şirketlerinin sermaye kapasitelerinin sınırlarını çiziyorlar, hem gerçekleştirdikleri makro analizler ile ulaşabilecekleri yakın ve uzak değerleri belirliyorlar ve hangi doğrultuda ilerlenmesi gerektiğini gösteriyorlar hem de sektöre teknoloji ihraç ediyorlar. Bir sigorta şirketi, hukuki olarak herhangi bir reasürör grubuna bağlı olsun olmasın, gelecek projeksiyonunu reasürörlerin yaptığı periyodik analizleri inceleyerek kolaylıkla ve hiç yorulmadan belirleyebilir. Bu kadar şekillendirici bir fonksiyon ve örneği finansal piyasaların diğer bileşenlerinde kesinlikle yok.

Bu perspektifte reasürörlerin kapasitelerini 2022 yılında en az %25 azalttıklarını ve 2023’te de azalış trendinin devamını beklediklerini düşünelim. Dolayısıyla sadece 2023 değil, 2024’te de ortaya çıkacak resmin 2008 krizinden bile daha kötü olacağını öngören analistler, resme iklim değişikliği ve siber riskin yarattığı kartopu etkisini de eklemektekiler ki tam bir ‘winter is coming’!

Sigorta değer zincirini ve bu zincirdeki olası bir tedarik kırılmasını (fonksiyon bazında) düşünelim. Sermaye kullanımı alanındaki azalmanın dalga etkisiyle genişleyerek diğer fonksiyonlardaki işleyişe de yayılacağını biliyoruz. Ve dalga etkisiyle merkezdeki bir azalma devam eden adımlarda artarak azalmayı beraberinde getirir! Peki oyun alanını genişletmekte tek kaynak geleneksel sermaye mi? Pek değil, bir zamanlar kimsenin yüzüne bakmadığı ILS (Insurance-Linked Securities) yatırım ürünlerinin yarattığı alternatif sermaye kaynakları şu anda inanılmaz değerli. İlk oluşturulmaya başlandığı dönemde sistematik riski arttırdığını düşünenlere, sigortacılar sınırlı finansal kaynaklarını talep göremeyecek bu tür ürünlere harcamasın diyenlere selam olsun. Ancak ILS bilgi yoğun bir alan ve devam eden entelektüel yatırım gerektirmekte. Daha önce bu işe girmemiş kurumların sonradan yakalaması zor bir tren. ILS’yi incelerken bu şekilde gözden kaçırdığımız, sektörün gelecek beş yılını şekillendirecek ne gibi ‘şeyler’ var diye de sürekli düşündüm.

ILS alternatif kaynak arayışına bir nebze yardımcı olsa da 2023 yılında kendisinden benzer bir performansı ne yazık ki beklemeyeceğiz. Çünkü sigorta sektörünün başında riski arttıran ve dolayısıyla risk iştahını azaltan daha büyük iki dert olacak: İklim değişikliği ve siber risk. Tabi bu büyük dertlere, etkisi o kadar büyük olmayan ancak kesinlikle şekillendirici olan küresel enflasyonist baskıyı da eklemeliyiz. (Burada risk ve belirsizlik kavramlarındaki karışıklığa da değinmek isterim. 2022 değerlendirmeleri ve 2023 projeksiyonlarını okuduğumda genellikle belirsizliğin arttığı tespitlerini gördüm. Belirsizliğin artışı sigorta sektörü açısından oldukça komik ve bence yapılmaması gereken bir değerlendirme hatası. Belirsizliği azaltmak zaten sigorta sektörünün temel fonksiyonudur. Dolayısıyla sigortacıların 2023 yılında risk iştahının azalacağı yerine belirsizliğin artacağını söylemeleri hiç yapılmaması gereken bir analiz kazası benim gözümde.)     

Dolayısıyla 2023 yılında özellikle reasürans şirketlerinin risk iştahında ciddi bir azalma beklemeliyiz. Bu durum beraberinde iklim değişikliği ve siber riskin anlaşılmasına daha az kaynak ayrılması, yeni risk türlerine sağlanacak kapasitelerin daha güvenli bölgelere çekilmesi ve kaynakta oluşacak daralmanın genişleyerek sigorta sektörünün bütün bölümlerine sirayet edeceği anlamına gelmekte. Çünkü, reasürans şirketleri sermaye yeterlilik oranlarını sigorta şirketlerinden daha çok korumaya gereksinim duyarlar. İktisadi yapıyla paralel şekilde hareket eden sorumluluk sigortalarının da daralmadan en ön sıralarda etkileneceğini söyleyebiliriz. Bu olumsuz durumun gayrisafi milli hasıladan finansal kapsayıcılığa ve Gini katsayısına kadar birçok sosyal etkiyi de beraberinde getirmekte ki böylece bir kez daha anlıyoruz 2023 yılı mali dengelerinin gerçek anlamda sallanacağını. Büyük resimdeki genel olumsuz gidişatla birlikte branş bazında 2023’ü iyi geçirecek sigortacılar da yok değil. Reasürörlerin güvenli liman arayışından en çok faydalanacaklar nakliyat ve sorumluluk branşları olacaktır, nedeni ise düz ve olabildiği kadar parametrik olmaları.

2023 yılı sigortacılar için tam anlamıyla bir ‘tamam mı devam mı’ yılı olacak. Sıkı bir silkelenme ile düşecekler düşsün kalan sağlar bizimdir diyelim. Reasürans sektöründe ise dalgalanma bu kadar sert değil ancak 2023 yılında projeksiyonlarını bu kadar sıradanlaştırırlarsa ve sigortacılara ölmeyecek kadar kapasite sağlarlarsa 2024 ve 2025’te de pek bir şey beklemeyelim iklim değişikliği ve siber risk çalışmalarından. Bununla birlikte sistemik riske ve sosyal etkiye daha çok odaklanan terör, ayaklanma ve grev gibi olaylar için de kapasitenin azaltılması özellikle yanı başımızdaki Ukrayna’da savaşın bitirilmesi ve yaraların sarılması için bekleyeceğimizi de göstermekte. Daha önce yazmıştım, bir yerden sigortacılar çekiliyorsa ve yakın zamanda da dönmemeyi planlıyorlarsa ne finansal piyasalar ne de reel ekonomi orta vadede herhangi bir plan yapmaz o bölge ile ilgili.

2023 yılının benim gözümdeki iyi tarafı ise zorlukların biz sigortacılar üzerinde inovasyon alanındaki olumlu etkisi. Sigorta ve reasürans şirketlerinin 2023 yılında daha çok daralacak sermayeye en inovatif taklaları attırabileni ve piyasadaki talebe hızla cevap verebileni yazının başında bahsettiğim silkelenmede dökülenleri en çok toplayan olacaktır. Her zaman söylerim, sadece iyi olan kazansın!     

#ZeynepStefan, #InsuranceValueChain, #ReinsurancevsInsurance, #2022vs2023, #AIZA.

 1,106 total views

Patika Bağımlılığı

Patika Bağımlılığı

Bir önceki yazımda dijitalizasyonla birlikte değişen risk perspektifinden bahsetmiş, operasyonel riskin nasıl klasik risk yönetim metodolojisini saracağından, şimdilik altı olan alt grupların onlara ulaşacağından bahsetmiştim. Her ne kadar genel olarak operasyonel risk desek de aslında değişimdeki esas pay siber riskten gelmekte. Çünkü sigorta ve reasürans dünyası başka hiçbir branşta (LoB – Line of Business) önümüzdeki üç yıl içerisinde %200’ü aşacak (10 milyar dolardan 22 milyar dolara) bir artış öngörmemekte. Ancak sigortacılığın her alanında olduğu gibi bu alanda da biz iktisatçıların ve risk yöneticilerinin yakından tanıdığı, müthiş bir patika bağımlılığı (path dependency) söz konusu.

Patika nerde? Para nerde?

Patika bağımlılığı; bireylerin, grupların veya toplumların belli faaliyetlerinde yaptıkları tercihlerin bir sonraki yönelimlerini koşullaması ve hareket alanlarını kayda değer şekilde sınırlaması anlamına gelir. Patika bağımlılığının risk yönetimiyle ilgisini doktoram sırasında davranışsal iktisat çalışmaya başladığımda fark etmiştim. Sonrasında bu ikiliye sigorta ve reasürans sektörlerini de ekleyince ortaya harika bir ‘birbirinden beslenen yapı’ ortaya çıkmıştı. Bu üçlü yapıdaki en belirgin pay ise hiç şüphesiz reasürans sektörünün. Çünkü patikanın yönüne de genişliğine de, sigortacıların bu bilinmeyen siber risk denizinde ne kadar ileriye gidebileceğine de, ne kadar derine inebileceğine de karar veren her zaman olduğu gibi yine reasürörler. Peki bu nasıl oluyor?

Canım Değer Zincirim

Sigorta değer zincirinin her adımını ayrı ayrı seviyorum, birbirinden ayırt edilemeyecek kadar önemliler benim gözümde (1. Product/Service Development, 2. Marketing and Sales, 3. Policy Administration, 4. Claims/Benefits Management, 5. Asset Management). Ancak iki büyük hata içermekte. Ben değer zincirini düzenleyecek olsam öncelikle reasürans fonksiyonunu ikincil faaliyetler (secondary activities) yerine ürün ve hizmet geliştirme fonksiyonunun taa en başına koyardım. Bu perspektifle, web sitemin başlığında (www.zeynepstefan.com) yazan ‘Insurers are the ones who really build a city. Without insurers, there would be no skyscrapers’ (Şehirleri gerçek anlamda sigortacılar inşa ederler. Sigortasız bina yapamazsınız) lafını da aslında reasürörler için söylerdim. Önce reasürörler sigortacıları ortaya çıkarır, sonra sigortacılar şehirleri. Reasürör olduğu için sigortacı mevcut. Benim gözümde pek yumurta tavuk gibi de değil üstelik, belirleyici üstünlük her zaman reasürörlerde.   

Değer zincirinde tespit ettiğim ikinci hata ise yine ikincil faaliyetlerde, şirket altyapısı içerisinde, mali işler ve bilgi işlem fonksiyonları ile yer alan risk yönetiminin yeri. Hak ettiği şekilde bütün beş adımı yeterince şekillendirecek farklı bir pozisyona getirilmesi daha yerinde bir hamle olacaktır.

Önce ‘Understanding’, Sonra ‘Underwriting’

Siber risk dünyasındaki en belirleyici güç olan reasürans piyasasına dönersek, her ne kadar siber riskler için talep sürekli artıyor olsa da reasürans şirketleri henüz kapasitelerini tam manasıyla açmış değiller. Çünkü, bence dünyanın en sofistike ve en konservatif iş kolu olan reasürans halen siber riskin sınırlarını bilim insanlarıyla birlikte çizmeye çalışıyor. Yani siber risk piyasasında ‘underwriting (UW)’ ile ‘understanding’i birlikte ilerletmeye çalışıyorlar ki, bu alanda bir gelişme olacaksa her zamanki gibi öncelikle reasürörlerin eliyle olacaktır. Öncelikle piyasadaki belirsizlikleri azaltmak, sonrasında netleşen resme uygun dinamiklikte bir teminat yapısı geliştirmek ve son olarak bu yapıyı fiber kablolarla yayılan siber risk gibi dünya geneline yaymak reasürörlerin şimdilik en önemli görevleri.

Yazının başlığına dönersek, normal şartlar altında reasürörler bir patika yaratır, sonrasında sigorta şirketleri ve teminat talep eden kişi ve/veya kurumlar bu patikayı takip eder. Yeni nesil sigortacılıkta ise ilk kural patika bağımlılığını bertaraf etmek ve siber riskin dinamizmine ve sofistike yapısına uygun bir UW deneyimini hızla; ya reasürörlerin, ya sigorta şirketlerinin ya da InsurTech’lerin eliyle; yaratmak ki sigorta ve reasürans sektörlerindeki parlamayı siz o zaman görün.

#ZeynepStefan, #AIZA, #PathDependency, #CyberRiskManagement, #Digitalisation, #OpRiskManagement, #LoBs, #InsuranceValueChain.

 1,028 total views

Sektörün Paul Volcker’i Olmak

Geçenlerde 92 yaşında hayatını kaybeden efsanevi FED Başkanı Paul Volcker’in doğum günüydü. Bu iki metrelik cesur iktisatçı, sadece boyuyla değil dönemine göre delilik olarak adlandırılan kararlarıyla da ekonominin devi olarak adlandırılmayı hak etmekte. Ekim 1979’da sadece iki ay önce devraldığı FED Başkanlığı görevinde, bir cumartesi akşamı para arzını kontrol etmek için sert önlemler almaktan geri kalmayacağını söyleyerek faizleri %12’ye çıkarmıştı. A.B.D.’nin o dönemdeki ataletinin sebebi olan enflasyonun ancak sert önlemler ile bitirilebileceğini ve ekonomik bir küçülmenin kaçınılmaz olduğunu söyleyerek o dönemde de yaygın olan popülist açıklamalardan uzak durmuş ve böylelikle %16’ya ulaşan enflasyon, kararlı tutumu ve etkin yönetimi ile dört yıl içerisinde %2’ye gerilemişti. Volcker’in zamanında kıyasıya eleştirilen, ancak ne kadar etkin kararlar verdiğinin beş yıl sonrasında görülebildiği dönem sayesinde Büyük Buhran – İkinci Dünya Savaşı neden-sonuç ilişkisinin tekrar kurulmasının önüne geçilebildi. İktisat-refah-gelişim üçgeninde bu kadar devrimci kararlar alabilen birinin nasıl bu kadar pervasızca eleştirilebildiği halen beni uzun uzun düşündürür. Belki de çevremizde gördüğümüz veya günlük rutinde fark etmeden aldığımız aslında yanlış birçok kararımızı kısa vadeli endişelerimizle şekillendiriyoruz. Biraz yükselip daha makro bir perspektifimiz olsa tam tersini yapacağız, belki de bizi üzse de.

Paul Volcker verdiği kararların doğruluğu ile iktisadi süreçlerin yönetiminde ortak aklı kullanmamasının getirdiği dezavantajları bertaraf edebilmişti. Ancak bu durum her zaman tek karar alıcının lehine devam edemiyordu. Bazen hızlanmalısınız ancak içerisinde yer aldığınız şirketin yapısı buna uygun değildir. Siz de Paul Volcker gibi sazı elinize alırsınız ve ikna edilmesi gerekenleri ikna ederek yolunuza devam edersiniz. Diğer yandan tek karar mercii olmak sizi kararlarınıza paydaş aramaktan alıkoyuyorsa tek bir yanlış adımınızda, aslında normalden daha fazla ihtiyaç duyduğunuz destek birden ortadan kaybolur, süreçleriniz ve güzel fikriniz iş dünyası mezarlığında ebedi uykuya çekilir. Destek verenler geri durur, en basit bir atama kararına dahi ‘bu işe girilirken bana sorulmadı’ diyerek, ki haklı olarak, şerh koyar. Aslında sabun köpüğünden bir destektir arkanızdaki ve o çekilince siz de bitersiniz. Ne kadar sürdürülebilir değil mi! Geride aslında inovatif işler yapmış olsanız bile hemen sizin ardınızdan kapatılan şirketler, bitirilen süreçler ve eski dinamizmi arayan mutsuz çalışanlar kalır.

Gelecekte bağımsız veya kurum içinde bir yönetim kurulu üyeliğine hazırlanabilmek için aralık ayında başlayacak harika bir programa dahil olmak istiyorum. Bu yüzden şu anda daha çok ortak aklın etkileri ve yönetim kurulunun işleyişi ile alakalı kitaplar okuyorum. Şirket içerisinde ortaya konan farklı karar seviyeleri olmakla birlikte bir genel müdürün yapması gereken ilk işin, en etkin karar alıcı olarak, karar sorumluluğunu aslında kademelere yayması gerektiğini ve bu sürecin hızla, sanki tek kişi karar alıyormuşçasına, yürümesi için de gerekli performans göstergelerini oluşturması gerektiğini gördüm yakın zamandaki bir deneyim ile.  Aslında çok devrimci ve bir şirketin tam da ihtiyaç duyduğu aksiyonları alıyor olsanız bile hayalinize önce yönetim kurulu üyelerini, sonra üst yönetimi ve sonrasında ilgili birimleri dahil etmediğiniz müddetçe harika fikriniz size asılı kalan ve sissiz yaşayamayacak olan bir bitki oluyor. Aslında istenen kocaman bir çınar gibi güçlü kökleri, uzun ve olabildiğince özgür dalları olan bir şaheserdi. Ne büyük bir fark ne büyük bir hayal kırıklığı.

İşte böyle bir fark bir yöneticinin gerçekleştirdiği bütün olumlu faaliyetlerin yok sayılmasına ve ardından tam bir keşmekeşin başlamasına yol açmakta. Yıllar yıllar önce okuduğum ‘Benden Sonra Devam’ kitabını da bu deneyimle daha iyi anlamış oldum. Gerçek bir yönetici aslında organizasyonunu kendisinden sonraya hazırlayan, sistemlerin aynı hızla devam etmesini ve rotanın çok fazla değiştirilmemesini sağlayan yöneticiymiş. Sadece kendisi gibi düşünenlerle çalışan, mevcut erken uyarı sistemlerini, mesela risk yönetimi departmanını (!), kâğıt üzerindeki raporlardan ibaret gören, uyarılara itibar etmeyen ve karar almayı olabildiği kadar erteleyenler ise geride onlara sorulmadığı için kızgın yönetim kurulu üyeleri ve bu tepişmede çimler gibi ezilen mutsuz çalışanlar bırakmaktaymış. Sonuç olarak Paul Volcker olmak herkesin harcı değilmiş! 

https://www.sigortagundem.com/yazarlar/sektorun-paul-volckeri-olmak-yazisi/1537019

 1,156 total views

İklim değişikliğinde yükselen bilinç!

Pandeminin giderek artan daraltıcı etkisi dolayısıyla şimdilik popülerliğini kaybetse de iklim değişikliği, etkisini her geçen gün arttırarak yanı başımızda durmakta. Dönülmez çevresel etkilerinin yanında ülke ekonomilerini ve genel üretim performanslarını da yakından etkileyecek iklim değişikliği gerçeğiyle alakalı son zamanlardaki en detaylı senaryo çalışması Swiss Re tarafından yayınlandı. Raporu gerçekleştirilen diğer araştırmalardan ayıran en önemli özellik ise etki analizinin senaryo ve değişken bazında yapılması ve kademeli artışın net olarak gözlemlenebilmesini sağlayan bir düzlemde okuyucuya sunulması.

Öncelikle risk yönetimi disiplini içerisinde olan bir yönetici olarak dönüştürücü teknolojileri ne kadar anlamaya çalışıyorsam iklim değişikliğini de benzer etkisinden dolayı aynı derinlikte incelemeye ve sigorta değer zincirindeki yansımasını öngörmeye çalışıyorum. Son 10 senedir birçok sigorta ve reasürans şirketi tarafından dikkat çekilen ve özellikle kolektif bir bilinç ve çözüm yapısının vurgulandığı iklim değişikliği ile mücadelede rotamız doğru olmasına rağmen performansımız henüz iki adım ileri bir adım geri şeklinde. Aralık 2015’te imzalanan ve Kasım 2016’da yürürlüğe giren Paris Anlaşması ile uluslararası arenada ilk resmi karşılığını bulan, imza atan ülkelerin kısa vadeli popülist yaklaşımları nedeniyle bazen anlaşmadan çekildikleri, bazen de gerçekleştirmeyi taahhüt ettikleri faaliyetleri gerçekleştirmemeleri görülse de günümüze kadar inatla gelmeyi başaran bu çerçeve sözleşme en büyük desteği her zaman sigorta ve reasürans sektörlerinden gördü. Kapsamlı etkisini artan doğal afet hasarlarında ilk elden yaşayan, ülke yönetimlerini aksiyon almaları için her fırsatta göreve çağıran, mutlaka kısa vadeli çıkarlar üstü bir cevap planının oluşturulması gerekliliğini savunan ve maliyetin üründen çözüme tabana yayılması gerekliliğini dile getiren sektörümüz yine büyük bir değişimin eşiğinde inisiyatif alarak çözüme giden yolda başı çeken ekipte yer aldı. Bu açıdan kendimizle ne kadar gurur duysak azdır.

Rapordaki detaylara geldiğimizde önemli bir iktisadi analizin sonuçlarını görmekteyiz. Paris Anlaşması ile iklim değişikliğinin sıcaklık artışına etkisi +2 dereceden düşük olarak belirlenmekte ve ülkelerin karbon salınımlarını bu düzlemde kendi iktisadi gerçeklikleri çerçevesinde kontrol etmeleri beklenmekteydi. Bu senaryonun geçekleştiği en olumlu koşullarda bile iktisadi yapının dünya genelinde %4,2 oranında daralacağını öngören rapor, iklim değişikliğinin hiçbir şekilde geri döndürülemez olduğu gerçeğini bir kez daha gözümüzün önüne getirmekte. Bu süper olumlu senaryonun en çok kaybedeni ise %5,5 daralma ile Asya ülkeleri ve %4,7 ile Orta Doğu ve Afrika ülkeleri olacak. İklim değişikliğinin etkilerinin sıfıra indirildiği ve sıcaklık artışının 0 derece olarak kabul edildiği temel senaryoya kıyasla daralacak ekonomilerin sınıflandırıldığı bu çalışma bile yeterince kötü sonuçları öngörürken, sıcaklık artışının 2 derece olduğu, 2,6 derece olduğu ve son olarak 3,2 derece olduğu farklı üç senaryo ise bambaşka bir resim ortaya koymakta. Artışın iki dereceyi geçtiği durumda GSYIH’daki azalışın genel anlamda %11 ile %18,1 arasında değişeceğini öngören uzmanlar en kötü senaryo olan 3,2 derece artışta ASEAN ( The Association of Southeast Asian Nations – Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Singapur, Tayland, Vietnam’dan oluşan ülke birliği) bölgesinde %37,4 ve Orta Doğu ve Afrika ülkelerinin ekonomisinde ise %27,6 daralma beklenmekte.

Swiss Re’nin çalışmasının ayrışan diğer bir özelliği ise sıcaklık artışında beklentilerin ve iktisadi üretime etkisinin bilinmeyen değişkenler çerçevesinde yeniden yorumlanması ve değişkenlerin sayısının artması durumunda üretime negatif etkisinin de kademeli olarak arttırılması. Örneğin sıcaklık artışının 2 derece olması ve senaryoda bilinmeyen değişken tespit edilmemesi durumunda daralma dünya genelinde %1,3 olarak öngörülürken, değişkenlerin beşe yükselmesi durumunda daralma %5,7’ye, ona yükselmesi durumunda ise %11’e ulaşmakta. Sıcaklık artışının 3,2 derece olduğu kötü senaryoda ise bilinmeyen değişkenin beş olması durumunda negatif etki %9,4, değişken on ise etki %18,1 olarak öngörülmüştür. En kötü senaryo olan 3,2 derece artış ve etki analizinin on bilinmeyen değişken ile sınandığı durumda ise yine ASEAN ülkelerinde daralma %37,4 ile en kötü değere ulaşırken, ASEAN’ı %27,6 ile Orta Doğu ve Afrika ülkeleri, %26,5 ile Asya ülkeleri takip etmekte. İklim değişikliğinin en düşük etkisi ise %9,5 ile Kuzey Amerika ve %10,5 ile Avrupa ülkelerinde ortaya çıkmakta.

Rapordaki kantitatif değişkenler birçok farklı senaryoyu ortaya koymakla birlikte sigorta ve reasürans şirketlerinin uzun zamandır altını çizerek dile getirdiği kolektif bir bilinç oluşturulması ve ortaya çıkacak faturanın geniş katılımlı bir konsorsiyum ile birlikte paylaşılması fikri bir kez daha dile getirilmekte. İktisadi yapının her parçasında iklim değişikliği ile savaşan her hizmet ve ürünün maliyetleri ortaya çıkarır şekilde farklı bir fiyatlama ile tüketiciyle buluşturulması, yakın zamanda artacak hasar baskısından dolayı zarar karşılama fonlarının oluşturulması, sigorta ve reasürans şirketlerinin sermaye yeterliliği rasyolarını bozmayacak şekilde iklim değişikliği nedeniyle yönetilemez hale gelen doğal afet hasarlarına karşı geniş kapsamlı önlemler alınması raporu okuyunca aklıma gelen ilk çözümler arasında. Bekleyip görmenin iklim değişikliğiyle mücadelede artık bir seçenek olmadığını verilere dayanarak gördüğümüz rapor, bize sigorta ve reasürans sektörlerinin ne kadar dönüştürücü olduğunu, sadece iktisadi yapı değil gezegenimizin geleceği için de ne kadar önemli olduğunu bir kez daha bütün çıplaklığıyla göstermekte!

#ZeynepStefan, #AIZAConsulting, #SwissREClimateChange, #ClimateChange, #TheParisAgreement, #ASEAN.

 1,472 total views

Gölge Sigortacılık Mümkün mü?

2008 yılında öncelikle Amerika Birleşik Devletleri’nde başlayan sonrasında Avrupa ve diğer finansal piyasaları etkisi altına alan finansal krizin ana nedenlerinden birisi de gölge bankacılık faaliyetleri ve yarattığı risklerin yeterli şekilde değerlendirilemeyişiydi. Gölge bankacılık (shadow banking) özünde bankacılık faaliyeti olarak sınıflandırılabilecek, ancak sektör düzenleyici kurumlarının güdümünde veya kontrolünde olmayan işlemlerin genelini ifade eden bir kavram. Geleneksel bankacılık faaliyetleri olan mevduat kabul etme ve toplanan mevduatların kredi şeklinde tekrar piyasaya sürülmesi gibi işlemleri olağan formunda gerçekleştirmeyen gölge bankacılık oyuncuları ‘hedge fonları’, türev araçları ve diğer para piyasası fonlarını kullanmaktalar. Genellikle bankacılık lisansına sahip olmayan ve dolayısıyla sermaye yükümlülüğü bulunmayan kurumları ifade eden gölge bankacılık, finansal krizle birlikte kaybettiği itibarına rağmen büyüme eğilimini devam ettirmiş ve 2019 yıl sonu itibariyle A.B.D.’de 15 trilyon USD, İngiltere’de 5 trilyon USD ve Çin’de 3 trilyon USD ile toplamda 80 trilyon Dolar hacmine ulaşmış durumda.

Finansal sistemdeki yerinin sigorta sektöründen daha geniş olması ve daha çok sayıda düzenlemeye tabi olması dolayısıyla bankacılık sektöründeki gelişmeleri her zaman sigorta sektörü için bir ön habeci olarak görmüşümdür. Örneğin bankalara repo oranları ile ilgili serbest rekabeti ihlalden bir inceleme gelmesi sigorta sektöründe fiyatlama sürecinin de benzer bir bakış açısı ile irdelenebileceğini gösteren bir işaret olabilir. Yakın zamanda ECB’nin pandemi başlangıcında bankaların olağanüstü durum planlarını incelemesi ve sonrasında EIOPA’nın benzer taleplerde bulunması bu da durumun benzer örnekleri olarak karşımıza çıkmakta.  Bankacılık sektörünü özellikle 2008 yılında uzun süre meşgul eden gölge bankacılık faaliyetlerinin ise sigorta sektörü için söz konusu olup olamayacağı, yani olası gölge sigortacılık faaliyetleri, üzerinde uzun süredir düşündüğüm bir konu.

Sigorta sektörünün temel faaliyeti, risk ile bu riskin gerçekleşmesi durumunda ortaya çıkabilecek hasar talebi arasında matematiksel hesaplama yöntemleri ile bir prim bağı kurmak ve teminat arayışı içerisinde olan kurum ve kuruluşları bu bağ üzerinden teminatlandırmak olarak özetlenebilir. Burada teminat sağlayan kurumun prim belirleme yöntemlerinin yeterliliği ile birlikte sahip olduğu sermaye yapısı ve yeterliliği de öne çıkmaktadır. Düzenleyici kurumun sektördeki faaliyetleri de tüketicinin ve sağlıklı rekabetin korunması amaçları çerçevesinde bu iki özelliğin sürekli kontrol edilmesi ve gerekli görülen durumlarda müdahale edilmesi temeline dayanır.

Gölge sigortacılık faaliyetlerinin varlığını da bu çerçevede değerlendirmeliyiz. Belirli bir bedel karşılığında gerçekleşebilecek risklere karşı güvence sağlayan ancak faaliyetlerindeki uygunluk ve finansal yeterlilikleri düzenleyici kurumlar güvencesinde olmayan her türlü faaliyet gölge sigortacılık olarak adlandırılabilir.

İktisadın temel prensiplerinden biri olan ‘Her talep kendi arzını yaratır’ kuramı bu aşamada görmekteyiz. Yeterli ürün ve teminat çeşitliliğine sahip olmayan ve finansal derinleşme sürecini tamamlayamamış piyasalarda risklerine karşı yeterli teminat çeşitliliğini bulamayan tüketiciler denetim altında olmayan kurumlardan güvence talep edebilmekteler. Örneğin aldığı elektronik ürün için satıcıdan veya mücevher için kuyumcudan kırılma veya orjinallik garantisi alan tüketiciler öncelikle belirsiz bir teminat kapsamı ile karşı karşıya kalmaktalar. Teminat sağlayıcının finansal yeterliliği bilinmediğinden aldıkları hizmetin yeterliliği ve devamlılığı da tehlike altında. Ayrıca sözde teminata konu olan riskin gerçekleşmesi durumunda ise sigortalanın hukuki anlamda hiçbir talep hakkı da bulunmamakta.

Düzenleyici kurum denetimi ve kontrolünde olmayan her türlü teminatlandırma işlemi için kullanabileceğimiz gölge sigortacılık sadece kişiler tarafından değil kurumsal yapılar tarafından da gerçekleştirilebilmekte ve beklenmedik finansal kayıpları beraberinde getirebilmekte. Temelinde sermaye yeterliliğinin düzenli ve bağımsız olarak kontrol edilmesi olan düzenleyici kurum rolünün daha etkin süreçler ve daha yetkin insan kaynakları tarafından gerçekleştirilmesi ve yapının devamlılığının sağlanması hem finansal sistemde sigorta sektörünün hak ettiği büyüklüğe ulaşmasını sağlayacak, bilerek veya bilmeyerek gölge sigortacılık oluşumu içerisinde yer almış tüketicileri gerçek sigortacılık hizmeti ve güvencesi ile tanıştıracak, sektördeki ürün çeşitliliğini risk türlerine göre arttırarak ülke genelindeki teminat yetersizliği (protection gap) probleminin çözülmesine de yardım edecektir.

#ShadowBanking, #ShadowInsuring, #ProtectionGap, #RegulatoryBody, #AIZAConsulting, #ZeynepStefan

 2,462 total views,  2 views today

Avrupa’da Sistemik Riskin Yönetimi

Sistemik risk yeniden! Özellikle sigorta sektöründe sistemik riskin, COVID – 19’un tetiklediği hasar talepleriyle hızla arttığı, şirketler üstü bir işbirliği ile ve mutlaka ülke yönetimlerini de dahil ederek kollektif çözümler aranması sıklıkla gündeme getirilmekte. Avrupa Birliği’ne mensup ülkelerin düzenleyici kurumlarının işbirliği içerisinde ve önceden belirlenmiş standartlar çerçevesinde faaliyet göstermesinden sorumlu olan EIOPA’yla (European Insurance and Occupational Pensions Authority – Avrupa Sigorta ve Emeklilik Düzenleyici Kurumu) çalışırken kuruluş olarak benzer yapıda olan ESRB (European Systemic Risk Board – Avrupa Sistemik Risk Yönetim Kurulu) hakkında detaylı bilgi sahibi olma fırsatım oldu.

Genellikle sistematik risk kavramı ile karıştırılan ve ülkemizde henüz hak ettiği ilgiyi bulamamış olan sistemik risk, ilgili sektörde faaliyet gösteren oyuncuların tümüne etki edebilecek ve sistemi bütünüyle işlevsiz hale getirebilecek riskler için kullanılmakta. Bulaşma riski (contagion risk) ile yakın ilişkide bulunan ve genellikle beraber değerlendirilmesi gereken sistemik risk, sayısal ölçüm yöntemleri ile birlikte ve orta vadeli projeksiyonlarla takip edilmekte. Sigorta sektörü için Avrupa Birliği Para Bölgesi’nde (EMU – European Economic and Monetary Union) düşük faiz oranlarının yarattığı yetersiz yatırım gelirleri ve bu durumun hayat poliçelerinde tetiklediği taahhütlerin karşılanamaması sorunu, yakın zamanda görülen tipik bir sistemik risk örneğiydi.  Pandemi sırasında önceden öngörülememiş ve genel yayılma hızı dolayısıyla birçok kişiyi etkileyen COVID – 19 virüsünün tetiklediği tedavi talepleri de ikinci bir sistemik risk dalgası olarak karşımıza çıkmakta. Sistemik riskle ilgili görüşlerimi ‘Asıl Tehlike Sistemik Risk mi?’ yazımda detaylandırmıştım. (https://zeynepstefan.com/asil-tehlike-sistemik-risk-mi/) Sistemik riskin ESRB kanalıyla özellikle Avrupa piyasasında nasıl yönetildiği ise bu yazıda değinmek istediğim bir konu.

Avrupa Birliği üyelerinin finansal sektörlerinin bütünü üzerinde söz sahibi olan ESFS’nin (European System of Financial Supervision – Avrupa Finansal Düzenleme Sistemi), bir parçası olan ESRB, Euro Bölgesi’ndeki bütün oyuncuların finansal yapılarını kontrol etmekte. EIOPA, EBA ve ESMA ile aynı kategoride yer alan ESRB, sadece sistemik riskin tespit edilmesinden ve yönetilmesinden sorumlu ve çalışmaları sonucunda elde ettiği tespitleri ilgili alanın düzenleyici kurumu ve ESFS bünyesindeki sorumlu birimi ile paylaşarak gerekli aksiyonların alınmasını sağlamakta. ESRB’nin 2018 yılı raporunda altını çizdiği dört önemli sistemik risk; küresel piyasada risklerin yeniden fiyatlanması faaliyetleri, EU Bölgesindeki finansal kurumların mali tablolarındaki zayıflıklar, kamu sektörünün ve özel sektörün borçlanma faaliyetlerindeki sürdürülebilirlik ve son olarak yatırım fonlarındaki zayıflıklar ve artan gölge bankacılık faaliyetlerinin yarattığı riskler olarak sıralanmakta. 2017 yılı faaliyet raporunu okuduğumuzda da benzer bir risk listesini görmekteyiz. COVID – 19 pandemisinin etkilerini ise Temmuz 2020 içerisinde kamuoyuna sunulacak olan 2019 yılı değerlendirme raporunda görüyor olacağız. Öncelikle ilgili sektördeki rekabetin ve tüketici haklarının korunmasını amaçlamakta olan ESRB, ana sistemik risk kaynaklarından olan konsolidasyon – satınalma faaliyetleri ve şirketlerin pazar paylarını üç aylık periyotlarla gerçekleştirdiği kontroller ile yakından izlemekte. Ayrıca, 2018 ve 2017 yılı raporlarında Avrupa Birliği (AB) üyesi olmamasına rağmen Türk bankacılık sisteminin de  takip edildiği, A.B.D., Hong Kong, Singapur, İsviçre, Çin, Brezilya ve Rusya ile birlikte AB üyesi ülkeler tarafından Türkiye’ye yapılan yatırımların incelendiğini görmekteyiz. EIOPA’nın Türk sigorta şirketlerinin sermaye yapısıyla alakalı benzer bir yaklaşımı olduğunu da belirtmeliyiz.  

Sistemik riskleri konjonktürel (cyclical) ve konjonktürel olmayan (non-cyclical) olarak sınıflandıran ESRB, periyodik takip için de  sistemik riski oluşturan ve tetikleyen kaynaklar olarak tanımlayabileceğimiz SyRB (Systemic Risk Buffer) değişkenlerini kullanmakta. Yılda iki kez ilgili ülkenin düzenleyici kurumu tarafından gözden geçirilen SyRB değişkenleri, hem makro takibi mümkün kılmakta, hem de periyodik artışın görüntülenebilmesi ve belirlenen sınırların içerisinde tutulabilmesini sağlamakta.

GSYIH’ya katkısının azlığı ve Türk finansal sistemi içerisinde bankacılığa kıyasla küçük bir paya sahip olması dolayısıyla Türkiye sigorta sektörü, AB pazarına nazaran düşük seviyede sistemik riske sahip. Bununla birlikte, şirket üretim paylarındaki dağılımın bozukluğu ve Türk Varlık Fonu altında birleştirilmek istenen şirketlerin portföylerinin yaratacağı yoğunlaşma gibi faktörler kendi içerisindeki sistemik risk baskısını her geçen gün arttırmakta. Türk sigortacılığındaki sistemik riskin öncelikle azami sınırlarının belirlenmesinin, sonrasında ise mevcut durum analizleriyle ve yapıya özel metotlar kullanılarak öngörülen seviyeye çekilmesinin sektörümüze ihtiyacı olan yapısal sağlamlığı getireceğine inanmaktayım.

#SystemicRisk, #ESRB, #ESFS, #EuropeanInsuranceMarket, #AIZAConsulting, #ZeynepStefan

 2,740 total views

Asıl Tehlike Sistemik Risk mi?

Covid 19 pandemisinin yaygın etkisi ve aşı geliştirme çalışmaları devam ederken 2020 yılının Ekim ve Kasım ayı ertelemeleri ve iptalleri de hız kazanıyor. Ertelemeler veya iptallerden dolayı ortaya çıkabilecek maddi kayıplara karşı teminatı olan kurum ve kuruluşlar poliçelerini kullanmaya hazırlanıyor ancak sigorta sektöründen işbirliği çağrıları ile birlikte itiraz sesleri de yükselme başlamış durumda.

Sektörden tazminat yönetim süreci ile alakalı ilk yorum Axa CEO’sundan gelmişti. Covid-19 sonucunda ortaya çıkan taleplerin sigorta şirketleri ve kamu otoritesi ile birlikte gerçekleştirilecek bir işbirliği ile karşılanması gerektiğini belirten Buberl, böylece daha etkin ve hakkaniyetli bir tazminat süreci olacağının ve sigorta sektörünün finansal olarak zayıflamasının da önüne geçileceğinin altını çizdi. Sektörün diğer paydaşları da, örneklerini daha önce terör ve yaygın etkili doğal afet hasarlarında gördüğümüz gibi özel sektör ve kamunun katılımı ile bir tazminat havuzu oluşturulmasının ve zararların bu havuz tarafından karşılanmasının hem sigorta sektörünü altından kalkamayacakları finansal bir baskıdan kurtaracağı hem de kamu otoritesini dahil ederek daha etkin bir hasar yönetiminin garanti edileceği konusunda hem fikir. Benzer bir görüş ise geçtiğimiz günlerde Allianz CEO’su tarafından da dile getirildi. Sektördeki sistemik riske dikkat çeken Bäte, Allianz’ı bekleyen hasar frekansının düşük olmasına rağmen sektörün meteor çarpmışa dönebileceği uyarısını yaptı.

Şimdilik sadece iki şirketten yapılan açıklamalar aslında sektörün genel görüşünü yansıtmakta. Sigortacılık kanunları ile açıklayacak olursak pandemi dolayısıyla oluşan hasarların sigorta şirketleri tarafından karşılanması öncelikle sigortalanabilirlik kavramının iki öğesi ile çelişmekte, ölçülebilirlik ve tanımlanabilir hasar kavramları. İnsanoğlunun karşısına ilk defa çıkan, bulaşıcılığı ve öldürme gücü yüksek olan ve ne yazık ki aşısı bulunmayan bir virüs, günümüzün birbiri ile son derece bağlantılı dünyasında nasıl ve hangi prim bedeli karşılığında sigortalanabilir? Dolayısıyla, belirli bir coğrafi bölge veya antropolojik sınır içerisinde kalmayan bu virüs henüz mevcut methodlar ile ölçemediğimiz bir risk ortaya koymamakta. Diğer bir kavram ise tanımlanabilir hasar kavramı. Virüsün vücutta yarattığı etkiler, akciğer yetersizliğinden inmeye kadar, her geçen gün çeşitlenmekte. Hastalığın seyrindeki belirsizlik ve dolayısıyla tedavi sürecindeki çeşitlilik de olası hasarın sınırlarını ve maliyetlerini arttırmakta. Sonuçları kamuoyu ile paylaşılan klinik deneylerin de gösterdiği gibi genel kanının aksine sadece belli bir yaşın üstündeki  kişileri değil bebeklerden gençlere kadar çok geniş bir yaş grubunu da etkileyebilmekte. Dolayısıyla pandemi gibi kapsamlı ve yönetilemez etkileri olan olaylar sigortalanma kapasitesi düşük olarak tanımlanır, teminat karşılığı tahsil edilmesi gereken prim kolayca hesaplanamaz veya çok yüksek bir meblağ öngördüğünden uygulanabilir değildir.  Bu şartlarda sigorta sektörünün yaptığı ödemeler ise karşılığında primini tahsil etmediği risklere karşı bir lütuf ödemesi özelliği taşır.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim asıl konu sektörün karşı karşıya kaldığı sistemik risk. Sadece sigorta sektöründe değil sistemin diğer bileşenlerinde de benzer bir karşılık bulan sistemik risk kavramı, finansal yapıyı tümden tehlikeye atabilecek büyüklükte bir kaybı ifade etmekte. Yakın zamanda Amerikan piyasasında faaliyet gösteren bazı şirketler sistemik risk taşıdıkları ve olası bir iflas durumunda finansal sektörün bütününü tehdit edebilecekleri için ek sermaye zorunluluğu ile karşılaşmışlardı ve düzenleyici kurum tespit ettiği sistemik riski ilgili şirketleri bölerek azaltma yoluna gitmişti. Covid 19 pandemisinde ise ülkeler arasında yeterli işbirliği gerçekleştirilememesi ve salgını azaltmak için alınan önlemlerin (sokağa çıkma yasağı, iş yavaşlatma veya durdurma vb.) derecesinin farklılık arz etmesi sistemik riski yönetebilmek için önleyici çalışmalardan (preventive) ziyade ortaya çıkarıcı (detective) kontrolleri kullanmayı zorunlu kılmakta. Konsolide çözümler gerçekleştirilemediği için de herkes kendi başının çaresine bakmakta ve böylelikle sistemik risk sektörün uykusunu kaçırmaya devam etmekte. Pandeminin sektör üzerindeki etkisinin gerçek sınırlarını ileride daha net görecek olmakla birlikte şirketlerin sermaye yeterliliklerini ciddi oranda etkileyeceğini ve ülkelerin düzenleyici kurumları ile birilikte EIOPA’ın da ciddi önlemler almak için harekete geçeceğini kolaylıkla öngörebiliriz. Şimdilik sadece stres testleri ve sonuçlarının paylaşılması ile ilgili bir esnetmeye giden EIOPA’nın pandemi koşullarına göre şekillenmiş yeni bir Solvency II oluşturmak için kolları sıvaması gerekebilir.         

2,5 aya yaklaşan karantina sürecimde Covid-19 bana sadece sigorta sektöründeki değil ekonominin bütün bileşenlerindeki süreçlerin aslında temelde bir risk yönetim faaliyeti olduğunu bir kez daha gösterdi. Önemli olan ise bu zor koşullarda varlığını sürdürmek zorunda kalan şirketlerin ne kadar olgunlaşmış bir yapıya sahip oldukları. Yani yapılarıyla alakalı neyi bilmediklerini biliyolar mı, ya da neyi bilmediklerini bilmiyorlar mı?

#Covid19, #RiskManagement, #SystemicRisk, #RegulatoryBody, #AizaConsulting, #ZeynepStefan

 3,500 total views

Korona Günlerinde Risk Yönetimi

Kasım ayından beri, pandemi henüz gündemde yok iken özellikle Almanya ve İsviçre piyasalarında operasyonel riskle alakalı proje taleplerinde ve operasyonel risk yöneticisi arayan şirketlerin sayısında gözle görülür bir artış olmuştu. Bu kapsamdaki projelere hazırlık için yaptığım çalışmaları da https://zeynepstefan.com/operational-risk-update/ yazısında sizlere özetlemiştim. Virüsün yayılması ve Avrupa’da birçok ülkenin alarma geçmesi ile birlikte gözler sağlık sektörü ile birlikte finans sektörüne de çevrilmiş oldu. Bu olağan üstü koşullara cevaben ECB (European Central Bank – Avrupa Merkez Bankası) Avrupa bankalarına iş devamlılık planlarını (BCP – Business Contunity Plan) kontrol etmeleri ve tespit ettikleri yetersizlikleri acilen gidermeleri ile ilgili çağrıda bulundu. Dolayısıyla benzer bir çağrının çok yakın zamanda EIOPA tarafından sigorta şirkerleri için de yapılmasını beklenmeliyiz.  

Operasyonel risk yönetiminin küçük bir parçası olmakla birlikte BCP, aslında çok temel ve önemi kriz dönemlerinde anlaşılan bir nevi olağanüstü hal projeksiyonu. Yazılı ve sürekli güncellenmesi gereken bir doküman olarak, önceden belirlenen kriz koşullarının ortaya çıkması ile kurumun hangi faaliyetlerini, kaç kişi ve hangi ekipmanları kullanarak ne kadar süre için devam ettireceğini göstermekte. BCP’nin devreye alınması da dahil hangi karar mekanizmalarının devreye gireceği ve haberleşmenin hangi araçlarla ve hangi kurallar çerçevesinde gerçekleştirileceği ise dokümante edilmesi gereken diğer önemli noktalar. Örneğin, Avrupa’da ve yakın zamanda Türkiye’de birçok şirketin virüsün yayılma riskinden dolayı evden çalışma sistemlerini devreye alması, kısıtlı manada BCP dokümanlarını da devreye almaları anlamına gelmekte. Ancak bu olağan üstü dönemin risk yöneticileri için daha sıkıntılı günleri de beraberinde getirdiğini, evden çalışma ve kişisel kaynakların kullanımının özellikle ve öncelikle operasyonel riski arttırdığını, gizli bilgilerin sızdırılması veya suiistimal gibi önemli yaptırımları olan kuralsızlıkların daha rahat gerçekleştirilebileceği bir döneme girdiğimizi de unutmamalıyız. Dijitalleşme döneminde değişen risk türlerinin yönetimine yetişemezken bilginin işlenebildiği alanların çeşitlenmesi (personelin evden çalışması dolayısıyla) kötü kullanıma daha açık ve savunmasız bırakılması anlamına gelmekte ve kayıpları arttırabilmektedir.

Risk yönetimi alanında yapılan bütün çalışmaların (BCP’yi de dahil ederek) aslında iki temel sınıflandırması söz konusu, çalışmalar ne kadar önleyici (preventive) veya ne kadar tespit edici (detective). Bir risk yönetimi departmanın da etkinliği ve başarısı aslında gerçekleştirdiği çalışmaların ne kadarının birinci ne kadarının ikinci gruba girdiği ile alakalı. Şirketin karar mekanizmalarına etkisi sınırlı olan ve üst yönetimden gelen kararlara göre okyanustaki yapraklar gibi aksiyonlarını şekillendirmeye çalışan risk yönetim departmanlarında ikinci grup aksiyonlar yaygın olmakla birlikte; sınırlar, kontroller, düzenli raporlamalar ve şirket personeli arasındaki farkındalık seviyesi ile gerçek anlamda değer yaratan risk yönetimi departmanlarında birinci grup kontroller ağırlıkla gerçekleştirilmekte.

Dijitalizasyon ile birçok alanda siber riskin artış gösterdiğini görmekle birlikte son pandemik kriz ile birlikte devreye bilinçli veya bilinçsiz şekilde gerçekleştirilen uygun olmayan personel uygulamaları da giriyor. 2020 ilk çeyrek risk raporlarında ve sermaye yeterlilik hesaplamalarında göreceğimiz bu değişiklik beraberinde özellikle kendi hesaplama modelini kullanan sigorta şirketleri için daha yüksek operasyonel risk ve dolayısıyla daha yüksek sermaye karşılığı anlamına gelmekte.

Birçok fiziksel ve finansal faaliyetin sınırlandığı bu konjonktürde, sigorta ve reasürans şirketlerinin içlerinde yer aldıkları ülke ekonomileri ve sosyal yapı için ne derece önemli olduklarını daha iyi anlayacağımız ve ne yazık ki henüz başında olduğumuz bu zor zamanlar, risk yönetimi için de yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmekte.

#CoronaVirus, #RiskManagement, #Operational Risk, #BusinessContunityPlan, #BCP, #AizaConsulting, #ZeynepStefan

 2,074 total views

Sigorta Sektörünün İhtiyacı: Gelişen Bir Orta Sınıf

Warren Buffet’ın dediği gibi ‘Sigorta en ucuz kredi’. Bu yüzden yeni varlıklar edinmek veya kaybedilen varlıkları yenilemek için maddi imkanları snırlı olan orta sınıfta sigorta, sadece teminat altına aldıkları varlıkların mevcudiyeti için değil, hayat standartlarında ciddi düşüşlerin önlenmesi için de önemli bir güvence sunmakta. Ancak yapılması gereken prim harcaması, toplam yıllık gelirin düşük olması nedeniyle orta gelir grubunun teminat ihtiyaçlarını ertelemelerine de sebep olabilmekte.

Makro düzeyde sigorta sektörü dinamiklerini incelediğimizde sigorta nüfuz oranı (insurance penetration rate) sektörün ülke ekonomisindeki yeri hakkında bize önemli ipuçları verirken, kişinin yıllık gelirinin ne kadarını teminat için prim bedeli olarak ödediğini gösteren bireysel nüfuz oranı da orta gelir grubu potansiyeli ve bu potansiyelin ne kadar geliştirilebileceğinin tespit edilmesi adına önemlidir. Bu alanda yapılan analizler genellikle OECD ve World Bank gibi ülkeler ve şirketler üstü kurumlardan gelirken geçtiğimiz aylarda Allianz tarafından açıklanan Allianz Global Wealth Report (Allianz Küresel Varlık Raporu) dikkatleri bir kere daha orta gelir grubundaki sigortalanma potanesiyeline çevirdi. Raporun çıkış noktası etrafında önce dünyada orta gelir düzeyinin ne olduğuna sonrasında ise ülkemiz piyasasındaki durumuna göz atalım. Mevcut müşteri segmenti analizlerinden daha makro bir bakış açısına sahip olan, iktisatçıların ve portföy yönetim şirketlerinin uzmanlık alanına giren varlık analizleri, hedeflenen kitlenin potansiyelinin belirlenmesinde diğer kantitatif analizlerden daha isabetli sonuçlar alınmasını sağlayacaktır.

Dünyada Orta Gelir Grubu ve Sigorta Sektöründeki Önemi

İçinde yaşadığımız on yıl, Çin’in ticari sınırlarını kaldırması, birçok ülkenin bu global ticari yarışa girmesi ile birlikte üretim ve dolayısıyla elde edilen çıktıların hızla arttığı ve makro düzeyde bir zenginleşmenin yaşandığı bir dönem. Toplamdaki bu artış, gelir dağılımı eşitsizliğini de artırsa da, gelir grupları arasındaki zenginleşmenin ana nedeni olarak tespit edilebilir. Dünyadaki toplam finansal varlıklar brüt değeri %7,7 artışla 168,3 milyar Euro düzeyine ulaşmış durumda ve 2008 krizinden beri en parlak dönemini yaşayan menkul kıymetler piyasası, tasarruf edilen fonların %42’sinin yatırımcı ile buluştuğu en popüler yatırım mecrası olarak karşımıza çıkmakta. Sahip olunan finansal kaynaklar ve finansal borçların farkı olarak adlandırılan net finansal kaynakları ise 2017 yılında, bir önceki yıla göre %8,3 oranında artış göstererek 128,5milyar Euro düzeyine yükselmiş durumda. Dünyada Kuzey Amerika halen en zengin bölge özelliğini taşımakta. Sahip olunan ortalama varlık 160.400 Euro civarında. Bu değer, Batı Avrupa’da 61.060 Euro, dünyanın en fakir bölgelerinde ise ortalama 4.500 Euro civarında.

Bu pastadan pay alan orta gelir grubu (Grup) ise hem kişi sayısı olarak hemde üretilen çıktı olarak kayda değer bir yükseliş göstermiş. Grup, 2017 yıl sonu verilerine göre 570 milyon kişi artarak dünya nüfusunun %21’ini kapsar hale gelmiş ve 2016 yıl sonu verilerine göre orta gelir grubunda yer alan 90 milyon kişi üst gelir grubuna yükselme başarısı göstermiş. Orta gelir grubunun genişlemesinin diğer bir etkisi ise dünya üzerindeki varlıkların yoğunlaşma derecelerinin azalması. 2000 yılında en zengin grubun toplam varlık sahipliğindeki payı %90 iken 2017 yılında  bu rakam %79’a düşmüş durumda. Orta gelir grubu varlıklarındaki artış, daha iyi paylaştırılmış gelir ve düşen gelir eşitsizliği anlamına gelmekte. Dolayısıyla, orta gelir grubunun artan finansal kaynakları arasında üretimdeki yükseliş ve düşüşe geçen yoğunlaşma oranının olumlu etkisini sayabiliriz. Sigorta sektörü açısından, teminatlandırılabilir kaynakların arttığını gösteren olumlu bir gelişme.

Bununla birlikte, diğer gelir grupları da dahil edildiğinde, gelir eşitsizliği oranının toplamda yükseldiği, en yüksek gelire sahip olan grupla en düşük gelire sahip grup arasındaki gelir bandının her geçen gün açıldığı ve bu olumsuz durumun beraberinde siyaset ve ekonomide yıkıcı etkileri olabilecek popülizm ve korumacılık (Populism and Protectionism) propagandalarını arttırdığı da raporda dikkat çekilen bir diğer nokta. Deniz ticaretinin yayılma serüveni ile başlayan ve gelişimini büyük oranda ticaretteki gelişme ile birlikte yaşayan sigorta sektörüne verilebilecek en kötü haberlerden bir tanesi korumacı politikalar ile sınırlanan ülke ekonomileri olsa gerek. Sigorta nüfuz oranının (insurance penetration rate) küresel olarak daha yüksek seviyelere çekilmesini beklediğimiz bu dönemde bunu sağlayabilecek yegane faaliyet olan küresel ticaretin sınırlandırılması, risklerini coğrafi olarak da çeşitlendirmesi gereken sigorta sektörü adına olumsuz bir haber.

Türkiye’de Orta Gelir Grubu ve Sigorta Sektöründeki Önemi

Dünyada orta gelir grubundaki artan zenginleşmeye rağmen, ülkemizde gelişimin ters yönde olduğunu görmekteyiz. Orta gelir grubunın varlıklarıyla alakalı TÜİK tarafından Eylül 2017’de açıklanan ve 2016 yılı verileriyle gerçekleştirilen ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre orta sınıf mensuplarının toplam gelirden aldıkları pay düşüş göstermekte. Orta gelir grubunda yer alan ve 6., 7., 8., ve 9. %10’luk gelir gruplarının 2016 yılında, 2006 yılı ile karşılaştırıldığında, gelir yüzdesinden aldıkları payın azaldığı görülmekte. (Değişim 6. Grup için – 0,1, 7. Grup için – 0,4, 8. Grup için – 0,7 ve 9. Grup için – 1,1). Toplam nufüsun %40’ı olan orta gelir grubu, 2017 yılında daha az gelir elde ederek toplam varlıklarını eritmiş durumda ve sigorta için ödemeleri gereken prim bedeli, toplam giderlerinde artık daha yüksek bir pay oluşturacak ve belki de sigorta poliçesi almadan önce iki kere değil üç kere düşünecekler.

TÜİK tarafından gerçekleştirilen araştırmanın, dünyada gözlenen trend ile örtüştüğü bir nokta ise gelir dağılımındaki bozulmanın ülkemizde de artıyor olması. En yüksek gelir grubunun toplam gelirden aldığı pay 2016 yılında 0,7 puan artarak %47,2 olarak gerçekleşti. Ekonomistlerin yakından takip ettiği P80/P20 oranı (en yüksek gelire sahip %20’nin en yoksul %20’ye oranı) da 7,6’dan 7,7’ye yükseldi. Yüksek gelir grubuna doğru gerçekleşen bu transferin orta gelir grubundaki azalmayı desteklediği görülmekte ki bu da sigortacılar için başka bir olumsuz haber. Sigorta talebinde, toplumun %40’ının eskisine göre artık daha çekimser kalacağı anlamına gelen bu erimeye sigorta şirketlerinin nasıl cevap verebileceği ve mikro sigortacılığın azalan talebe etkisi ise başka bir yazının konusu olacak.

Raporun tamamına linkten ulaşılabilir:

https://www.allianz.com/content/dam/onemarketing/azcom/Allianz_com/migration/media/economic_research/publications/specials/de/Allianz-Global_Wealth_Report_2018_d.pdf

 1,149 total views