,

Sigortacılıktaki ‘Dodo Kuşu’ İlkesi

‘Dodo Kuşu İlkesi’ ‘Alice Harikalar Diyarında’ adlı kitapta geçen ‘herkes galip ve herkes ödül almalı’ ilkesini tanımlayan bir kavram. Karışık bir iktisat kitabı okurken karşılaştığım bu tanım, birçok yeni kavramda olduğu gibi bana sigortacılığı hatırlattı, özellikle zorunlu sigortalardaki penetrasyon oranımızı. 17 Ağustos’ta, 1999 yılında Türkiye’de önemli bir iz bırakan Marmara Depremi’nin 23. Yılını andık. Bu trajedi gerçekleştiğinde, Marmara Bölgesi’nden binlerce kilometrelerce uzakta, Erzurum’daydım. O gece ne tesadüf ki annem ve ben uyuyamamıştık ve gece 3 civarında pencereden bakıyorduk. Yıldızlar ne kadar parlak, gece ne kadar enteresan gelmişti ikimize de. Televizyonu açmadık ve bir saat kadar sonra tekrar uyuduk. Felaketten ise ancak sabah haberimiz oldu. Hiçbir şekilde fiziki veya psikolojik olarak etkilenmesem de her sene DASK poliçemi yenilerken o an aklıma gelir ve ürperirim. Depremi yaşayanların hislerini düşünemiyorum bile. Bütün bu yıkıcılığına ve bize hem acı hem de öğretici bir ders olmasına rağmen zorunlu deprem sigortasındaki %53’lük penetrasyonun bir iktisatçı ve risk yöneticisi olarak; yoğun bir fay hattı bölgesinde yaşayıp poliçe yaptırmamak gibi inanılmaz irrasyonel bu davranış biçiminin farklı motivasyonlar ile, örneğin tevekkül veya kadere iman gibi İslami motivasyonlar ile; açıklanamayacağını düşünüyorum.

Gerçekleştirdikleri araştırmalar ile 2002 yılında, kendisi psikolog olmasına rağmen iktisat alanında Nobel’i kucaklayan Daniel Kahneman’ın da tespit ettiği gibi biz insanlar hiç de rasyonel varlıklar değiliz. Öncelikle riski hafife alma ve getiri beklentilerimizi kabartma özelliğimiz var. Uzun vadeli potansiyelimizi göz ardı ederken kısa vadeli potansiyelimizi de genellikle abartıyoruz. Bu perspektifi aklımda tutarken penetrasyonun düşüklüğünden yakınırken en kolay ‘penetre’ edebileceğimiz tarafın kendimiz, yani biz sigortacılar olduğunu da düşünüyorum. Bu ülkede yetişmiş ve 10 yıla yakın Avrupa’da yaşamış ve çalışmış biri olarak düzenleyici kurumumuzun proaktif ve çok yerinde yaklaşımımın özellikle deprem gibi doğal afetler sonrasında yönetim erkleri tarafından işlevsiz hale getirildiğini söyleyebilirim. Bu insani ancak sigorta sektörü açısından penetrasyon düşmanı olan yaklaşım hem doğal afetlere karşı bireysel önlem almayı (güçlendirilmiş binalarda oturmak, yapı denetimini desteklemek vb.) engellemekte ve herhangi bir teminat şemsiyesi altına girilmesini önemsizleştirmekte. Her deprem veya sel sonrasında bölgede yeni konutlar yapılması ve evlerini kaybeden kişilerin zararlarının tazmin edilmesi sadece devlet eliyle yapılmaya çalışılırsa 1999 yılından beri geçen bunca senede sigortacılar olarak hiç yol alamamışız demektir. Özellikle doğal afetlerden sonra tazmin gibi önemli bir faaliyetin sadece yönetim erkine bırakılması hem etkinliği baltalayacak hem de birçok suiistimal vari yaklaşımın ortaya çıkmasına yol açacaktır. Tıpkı madenlerimizde yaşadığımız trajedilerde olduğu gibi kontrol sorumluluğunun tazmin yükümlülüğü ile birleştirilmesi ve düzenleyici kurumun aktif gözlemciliği ile (trafik sigortalarında gerçekleştirilen etkin kontrol mekanizması gibi) hem yapı kalitemizi arttırabilir hem sigorta penetrasyon oranımızı OECD ülkeleri seviyesine çıkartabilir, hem de finansal derinleşme yolunda önemli kazanımlar elde edebiliriz. Tam da biz sigortacılara yakışacak bir şekilde bir dönüşümün de mimarı olarak.

#ZeynepTuran, #AIZA, #PenetrationRate, #RegulatoryBody, #ProactiveManner, #Sustainability

https://www.paraanaliz.com/2022/yazarlar/zeynep-stefan/zeynep-stefan-sigortaciliktaki-dodo-kusu-ilkesi-g-37458/

 2,064 total views

Müthiş Zamanlama

Yine harika bir türbülanstayız. Tıpkı 2014 yapımı ‘Noah’ filmindeki bir sahne gibi, geminin kapısı kapanıyor ve kamera birden yükseliyor, anlıyoruz ki aslında bütün dünya fırtına bulutlarıyla kaplanmış durumda. Avrupa ve Asya piyasalarının tartıştığı konuları görünce ben de benzer bir hisse kapıldım ve tıpkı İtalya’daki ilk yılımda (2012) olduğu gibi bir kere daha ‘ne müthiş zamanlama’ dedim.

Sigortacılıkta Rasyonaliteler

Sigortacılar olarak biz hem güzel ülkemizde hem de dünya genelinde, enflasyonist baskılarla boğuşuyoruz, artan hasar maliyetlerini fiyat elastikiyetinin inanılmaz düşük olduğu prim bedelleriyle yönetmeye çalışıyoruz, bir yandan daha kapsayıcı ve inovatif sigortacılık yapabilmek için fon havuzumuzu büyütmeyi amaçlıyoruz ancak sigorta yılını (UW-Y) genellikle ve ne yazık ki ekside kapatıyoruz. Solvency II gibi sermaye rejimleri yatırım alanlarımızı daraltıyor ve bu da yetmezmiş gibi E.S.G. benzeri yeni paradigmalarla dünyanın gidişatına yön vermeye çalışıyoruz. Bir yandan iklim değişikliği gibi ne olacağı belirsiz ve bütün oyunu şekillendirebilecek güçte makro değişimlere dalgakıranlar gibi en önden maruz kalıyoruz, diğer yandan da siber riskler gibi insan eliyle felaketlere (man-made disaster) direniyoruz. Bu makro çerçevenin ‘sürdürülebilirliği’ yetmezmiş gibi, Rusya ve Ukrayna arasındaki gerginlik, hammadde fiyatlarında ortaya çıkan baskı, farklı politik risk bölgelerinin oluşabilmesinde artan ihtimaller, yeni pandemi döngülerinin varlığı gibi yüksek risk algıları da resme ekleniyor. Ne müthiş bir kaptanlık bu belirsizlikte yol almak! Neyse ki bazıları ‘iyi kaptan dalgalı denizde belli olur’ mottosunu halen taşıyor, yoksa sektör olarak CEO bulmakta hayli zorluk çekecektik.

Sigortacılıkta Rasyonalizasyon

Bu dalgalı deniz biz iktisatçılara normal zamanlarda yakalayamayacağımız bağlar da göstermekte. Örneğin elementer branş için nominal faiz oranları ile bileşik rasyo arasındaki yakın korelasyon. Özellikle Kıta Avrupası piyasasında artan enflasyonist baskı ile sigorta ve reasürans şirketlerinin artan bileşik rasyolarını bu sefer nasıl yönettiklerini de yakından takip edebileceğiz. Yatırım performansını enflasyondan daha fazla arttırabilmeyi başaracak olan şirketler operasyonel etkinliklerini arttırmayı, maliyetlerini azaltmayı ve olabildiği kadar süreçlerini ‘dijitalize etmeyi’ bu sıkışık zamanlarda daha çok deneyeceklerdir. (Çok garip, bu cümleleri 2016 yılında InsurTech’le tanıştığım ilk yılda da kurmuştum.) Yani yumurta kapıya dayanmadan aksiyon almamak sadece Türklere özgü değil!  

Penetrasyonu düşük dolayısıyla yüksek potansiyel vaat eden bizim gibi piyasalarda ise durum bence bir nebze daha iyi. Avrupa sigorta ve reasürans piyasasındaki operasyonel karlılık ve bileşik rasyo baskısı gelişmekte olan piyasalara aktarılacak daha yüksek reasürans kapasitelerini ve farklı risk türlerini teminat altına alabilecek yenilikçi ürünleri beraberinde getirebilir. En azından finansal piyasalardaki ‘büyük abi nezle olursa biz zatürre oluruz’ mottosunun sigortacılıkta, şimdilik bu konjonktürde işlemeyebileceğini de rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir zamanlar herkesin korkarak kaçtığı ve portföylerini devretmek için yarıştığı hayat branşını ise altın günler beklemekte. Çünkü Avrupa’da enflasyon şimdilik kontrollü şekilde yükseliyor ve fon birikiminin en kolay yapılabildiği alan olan hayat branşı da kabuk değiştirerek artık karlı bir alan olmaya başlıyor. Keşke 2016’da sürü psikolojisine karşı durabilecek bir ekonomist çıkıp negatif enflasyonun da sürdürülebilir olmadığını, E.C.B.’nin yakın zamanda doğru yolu bulacağını ve hayat branşı için bile avantajlı bir projeksiyon çizilebileceğini söyleyebilseydi. Kimse dinlemezdi belki ancak birileri, mesela 2016 yılının Michael Burry’si, mutlaka dinlerdi. Nedendir bilinmez, inanılmaz konservatif ve geriden gelen bulduğum E.I.O.P.A. ve E.C.B.’den de devrim niteliğinde açıklamalar ve sektörü rahatlatacak regülasyonlar bekliyorum. Bakalım zaman hangimizi haklı çıkaracak?

#ZeynepTuran, #AIZA, #PriceElasticity, #SolvencyII, #ESG, #ClimateChange, #EIOPA, #ECB, #LifePortfolio, #Penetration, #CombinedRatio, #CyberRisk, #Sustainability

https://www.paraanaliz.com/2022/yazarlar/zeynep-stefan/zeynep-stefan-muthis-zamanlama-g-35939/

 1,334 total views,  2 views today

Not If, But How!

2016 yılında finans sektörünün DLT (Distributed Ledger Technologies) ve blokzincir alanlarındaki ilk inisiyatifi olmak gibi önemli bir özelliğe sahip olarak kurulan ve bence son zamanlarda incelediğim en inovatif yapı olan B3i (Blockchain Insurance Industry Initiative) yine ve yeniden mercek altında. Almanya’dayken bütün kamuya açık toplantılarına şahsen katıldığım ve finansal piyasaların gelecek dinamiklerini belirlemek gibi elde etmek istediği ulvi hedeflere ulaşabilmesini gönülden desteklediğim ‘Tink-Tank’ benzeri yapının bu noktaya gelmesi inanılmaz üzücü bir durum. Önce Swiss RE CFO’su Dacey tarafından B3i’nin azalan sermaye yeterliliği değerlerine ithafen kamuoyu ile paylaşılan soru işaretleri giderek sektörün geneline yaygınlaşırken B3i’nin diğer hissedarları da itirazlarını yükseltmeye başladılar.

B3i, kuruluşunda birçok sigorta ve reasürans devinin en değerli insan kaynakları ve yüksek tutardaki fonları ile desteklenmiş ve harika bir uzun vadeli projeksiyon ile ulaşmak istediği hedeflerini netleştirmişti.  Bu harika geleceğe öncelikle akıllı sözleşmeler ile başlamak isteyen B3i, sözleşmelerdeki dönüşümün ardından sektörün hasar süreçlerini ve sonrasında da UW (underwriting – teknik analiz) süreçlerini tamamen dijitalleştirmeyi hedeflediğini belirtmişti. Sektördeki genel katılımın ve dijitalleşme konusundaki ‘risk iştahı’nın yetersizliği kurulum aşamasında da eleştirilirken benim gibi birçok sigorta sektörü profesyoneli için aşılabilecek bir eksiklik olarak değerlendirilmişti. Bugün aslında o kadar da aşılamadığını görüyoruz.

Sözleşmelerin dönüştürülmesinin sadece ‘risk iştahı’ndan fazlası olduğu, sektördeki kurumların bütçe ve bilgi işlem altyapısı açısından bu kapsamlı dönüşüme hiçbir şekilde hazır olmadıkları bugün karşımızda daha net bir şekilde belirmekte. Tıpkı iklim değişikliğindeki gibi, herkes birbirini bekliyor ve geniş katılımlı bir yapının gerekliliğinin altını çiziyor. Ne acı!

Bu ‘dilemma’ aklıma Sanayi Devrimi sırasında makineleri parçalayan ‘Ludist’leri getirdi. 1800’lerin başında İngiltere’de işsizliği arttırdığı gerekçesiyle çorap dokuma tezgahını paramparça eden Ned Ludd adlı İngiliz işçinin başlattığı bu akım artık bir paradigma haline geldi ve değişimin önündeki gereksiz çırpınışların sembolü oldu. O halde sigorta ve reasürans şirketlerinin üst düzey yöneticileri yeni Ludist’lerimiz mi? Şirketlerin bilgi işlem altyapılarındaki bu farklılıklar o kadar yönetilemez mi veya ortak bir platforma geçiş 21. Yüzyıl’da bu kadar mı imkânsız? Cevap aslında kocaman bir ‘Saçmalamayın’. Ancak o dönemde de yazılarımda altını çizdiğim bir nokta vardı; bu iş düzenleyici kurumu arkasına almadıkça başarılı olamaz! Sigorta ve reasürans sektörlerinin dünya ekonomisindeki rolleri inanılmaz, birçok harika dönüşümü; E.S.G., Solvency II, kömür işletmelerine teminat verilmemesi, karbon ayak izi gibi; herkesten önce gerçekleştiren bu kadar akıllı insanın da takıldığı bazı yerler olması çok normal, anormal olan ise bu noktada EIOPA’nın (European Insurance and Occupational Pensions Authority) devreye girip ihtiyaç duyulan desteği sağlamaması, sağlayamaması. Tıpkı sektörün başka bir devi Munich RE’nin vizyonu gibi: Not if, but how! Yani düşünmemiz gereken yapıp yapmayacağımız değil, mutlaka yapmalıyız ancak nasıl yapmamız gerektiğini tartışmalıyız. Dört kelimeyle harika bir sektör özeti: ‘Not If, But How!’

https://www.paraanaliz.com/2022/yazarlar/zeynep-stefan/zeynep-stefan-not-if-but-how-g-34622/

 1,566 total views

Limondan Limonata Yapmak Sadece ‘Sünni Müslüman Erkekler’in İşi mi?

Harika bir meditasyon yöntemi kumsaldan izmarit toplamak. Bugün yine harika bir antik kente yakın, harika sonsuzluktaki harika bir kumsalda izmarit topladım. Üç poşet çöp! Sadece gözümün gördükleri, kumsalın devamındaki otların arasında binlerce kat fazlası vardı. Sonra şarkı söylemeye başladım. Sonra da derin düşüncelere daldım. İzmaritleri almak için her seferinde durmak, elimdeki çöp poşetlerini bırakmak, eğilmek ve izmariti gömüldüğü kumsaldan çıkarmak bana Beyonce’nin ‘Büyükanneme limon verdiler, o limonata yaptı’ sözünü hatırlattı. (Bu hareketler aslında Beyonce’nin dans koreografilerinde de mevcut) Sonra kumsaldaki izmaritleri (limonları) toplayarak o eşsiz güzellikteki bölgeyi nasıl güzelleştirdiğimi (limonata yaptığımı) düşündüm. Aslında her şey böyle başladı.

40 Yaş inanılmaz. Nasıl bir dinginlik, olanı kabul etme, sakinleşme, eldekiyle yetinme ve derin düşüncelere dalma hali. Daha 40 yaşımın üçüncü gününde böyleyse seneye balıklama dalacağım dördüncü disiplinden sonrasını düşünemiyorum! Bu arada aklıma aslında aklımı şekillendiren ilk disiplin geldi: Risk Yönetimi!

İşimi inanılmaz seviyorum, sosyal medyada ‘I (kalp) my job’ yazmayacak kadar çok, veya CEO’ların söyledikleri yalanların sonuçlarını yüzlerine çarpabilecek (tabi ki kapalı kapılar ardında) kadar çok! Uzun zamandır neden sevdiğimi de düşünüyorum. Aslında cevabım şuymuş: Ben çelişki yakalamaya bayılıyorum ki sorduğum soruların ana motivasyonu da buymuş. Örneğin denklik aranırken kadınların erkeklere koşulsuz itaat etmesi gerektiğinin altının bu kadar çizilmesindeki çelişki (Bunu sadece erkeklerin söylemesi de başka bir çelişki). Örneğin hepsi ayrı ayrı maruz kalıyorken özellikle başı örtülü kadınların erkeklerin alaycı ifadelerine karşı birbirlerini desteklememeleri çelişkisi. Almanların ‘Muttermobbing / Fraumobbing’ dediklerinden! Tırnaklarıyla erkek egemen bir ortamda harika işler çıkararak hak ettiği bir göreve gelen bir kadının paraşütle bir noktaya indirilen ‘Sünni Müslüman Erkekler (SME)’ tarafından alaya alınması! Bu da tam bir limon-limonata hikayesi değil mi? Neden böyle bir meydan okuma hikayesi sadece ‘başı açık’ hemcinsleri tarafından takdirle karşılanabilmekte?    

Halbuki hepimiz biliriz/bilmeliyiz ki bu araba ancak iki tekerinin aynı anda çalışması durumunda ilerler, aksi durumda şu anda olduğu gibi biri diğerini engelleyerek çevresinde daireler çizmesini ve bir arpa boyu yol alamamasını sağlar. İktisadi hayatta, siz deyin sürdürülebilir finans ben diyeyim İslami finans; ki bence iki kavram arasında çok ciddi farklılıklar da yok, İslami ise mutlaka sürdürülebilirdir aynı zamanda; neoklasik iktisattan yaka silkmiş birçok ekonomist için gerçek bir çıkış yolu olabilecek potansiyelde. Ama bu sadece ‘Sünni Müslüman Erkekler (SME)’le mi mümkün olabilir? Bütün gücüyle bu kapalı devreden çıkmayı amaçlayan ‘bu fikir’ için kadınların da erkekler kadar çalışması, söz alması ve uygun gördüğü yerde ‘Hayır’ diyerek öne çıkması/çıkabilmesi gerekmez mi? Belki de daha fazlası! Cevap aslında nerde verildi biliyor musunuz? Prof. Dr. Uğur Derman ‘Dua Vakti’ sergisine eşi, ismi gibi güzellikte, Çiçek Hanım ile katıldığında. Bir anda nasıl değiştirmişti o açılışın sert ve sadece ‘Sünni Müslüman Erkekler (SME)’den oluşan havasını. Muhtemelen diğer davetlilerin de beklemediği bir şekilde ve o harika eserlerle birlikte. İşte bunun gibi daha çoklarına ihtiyacımız var bu ulvi görevi Anglikanizm’in ellerinden almak istiyorsak.  

 1,844 total views

Too Complex To Exist(!)

2008 krizinin iktisadi düşünce hayatımıza getirdiği önemli kavramlardan biri ‘Too Big To Fail’ (TBTF) kavramıydı, yani batamayacak veya batmaması gerekecek kadar büyük. Öncelikle Amerikan Hükümeti tarafından uzun yıllar boyunca bilinçli şekilde yürütülen ve piyasaya yavaş yavaş enjekte edilen deregülasyonun bekledikleri sonuçları ortaya çıkartmayacağı görülünce ortaya çıkan bu gel-git sadece, ünlü yatırımcıların sıklıkla kullandığı gibi; denizde çıplak yüzen yüzücüleri batırmakla kalmadı denizin dibini boylamaması gereken birçok kurumu da yarattığı dip dalga ile çökertti. Yani çok da adil bir çözüm olamadığı görüldü TBTF klasifikasyonunun!

İktisadi hayatı birçok anlamda doğaya benzetirim. Doğada da insanoğlunun müthiş bir yıkımı ve sınırsız zarar potansiyeli vardır. Ancak sonrasında zarar bölgesinden çekildiğinde/çekilebildiğinde yıkımla doğru orantılı bir hızda kendini iyileştirme ve yenileme becerisi ortaya çıkar ve yaraları hızla sarmaya başlar. Bu özelliği ile aslında palyatif bir sistem olarak adlandırılan (ki bence tam tersi) iktisadi yapı ile benzerlik gösterir. İktisadi yapıda da insanoğlunun sınırsız (aklımızın alamayacağı ve olabildiği kadar derinden) zarar potansiyeli vardır. Ancak tıpkı doğadaki gibi çekildiğinde/çekilebildiğinde Keynes’in altını çizdiği, bizi ölü yapan uzun vadeye bile gelmeden yola tekrar çıkılabildiğini ve dalgaların azaldığını görürüz.

2008 öncesi iktisat politikalarının meyvesi olan ‘TBTF’ tıpkı doğada yaptığımız katliam gibiydi; sentetik, çirkin ve gerçekte var olmaması gereken. Ve sonrasında ortaya çıkan çözüm de bir o kadar şirin, kesin ve iş bitiriciydi: Too Complex To Exist (TCTE – Hayatta Kalamayacak Kadar Karmaşık)! Zarar görülünce ve daha fazla sürdürülemeyince yani insanoğlu iktisadi yapıyı daha fazla eğip bükemeyeceği noktaya gelince çözüm ‘kendiliğinden’ ortaya çıktı ve ‘TBTF’ birden harika bir forma, TCTE’e büründü.

Peki nasıl oldu da TBTF’den TCTE’ye vardık? Aslında doğru soru her zaman böyle mi, bu kadar yıkıcı mı olması gerektiği? İyi ile kötüyü ayrıştıran daha kolay bir yol, bir nevi sadece masumların binebileceği bir Nuh’un Gemisi kolaylıkla inşa edilemez/bulunamaz mıydı? Yoksa aslında ‘TCTE’ bizim aradığımız ve yüzyılımızda sadece bu formuyla var olabilecek bir Nuh’un Gemisi mi? Yoğun şekilde karşı çıktığımız sistemik riske karşı geliştirilen ek sermaye artırım talepleri, yönetişim yapısındaki bitmek bilmeyen revizyonlar ve raporlamalar, resmi bir parçası olmamamıza rağmen doğal bir uzantısı olduğumuz Avrupa Birliği yatırım kısıtları ve kendi bünyemize uyguladığımız daha birçok rejim (E.S.G., I.F.R.S. 17 vb.) aslından Türk ekonomisi olarak inşa ettiğimiz ve son zamanlarda sıklıkla başvurduğumuz TCTE’mi can simitlerimiz mi? Benim için cevabı çok net olan bu soruya kocaman bir EVET diyorum.     

Birçok platformda çekinmeden sigorta sektörüne bankacılık faaliyetlerinden daha çok inandığımı ve sigortacılığı bankacılıktan daha yararlı ve gerekli bulduğumu söylerim. Çünkü sigorta sektörü içerisindeki dinamiklerle (riskin gerçekleşmesi – hasar) pozitif geri bildirim hakimiyetini kırar ve yoğun dengesizlik halini bir nevi kontrol altına alır. Negatif geri bildirimin (risk analizleri, klozlar vb.) her fırsatta ve ağırlıkla hâkim olduğu istikrarlı bir gelişim ve denge dönemine görece daha kolay girer. İnterdisipliner özelliği ile karmaşık bir yapısı olan ve dolayısıyla bir şekilde oluşumuna katkıda bulunduğu entropilerin de derli toplu denklemlerle çözülemediği sigortacılık, sevgili Ateşan Hoca’nın ‘Karmaşıklık Ekonomisi’ kitabında belirttiği gibi o kadar dinamiktir ki başlangıç koşullarına olan hassasiyeti (poliçe aşaması, risk analizleri), eksikliği durumunda ortaya çıkacak müthiş kaosu en iyi tanımlayan özelliğidir.

Sigorta sektörü interdisipliner olmasının yanında içerisinde birçok değişken ve etkileşen barındıran harika bir ‘adaptiflik’ özelliğine sahiptir ki örneğin büyük İstanbul Depremi (Maazallah) gerçekleştiğinde belki de iktisadi yapımızda hayatta kalacak/kalması gereken tek fonksiyon olacaktır/olmalıdır. Yani birçok varlık batabilir veya çökebilir ancak sadece sigorta şirketleri varlıklarını sürdürür/sürdürmelidir. Özellikle yönetişim yapısında alınması gereken kararların bu bilinç çerçevesinde gerçekleştirildiğinden emin olunması ise sigorta sektörünü düzenleyen kurumların bir numaralı görevleridir.    

Peki varlığı bir dert yokluğu çok ayrı bir dert olan, sınırlı kaynakları her seferinde farklı şekillerde ve sürekli olan değişen bu sistem nasıl incelenmeli? Bu kadar otonom ajanın olduğu bir yapıda neden-sonuç ilişkisini öngörebilmek bu kadar mı zor? Bu sorunun cevabını, sigorta sektörünün aslında nasıl bir TCTE makinesi olduğunu ve yeni gözdem mikro finansmanın (teşekkür ederim Albaraka Türk) bu resimde nerde yer aldığını bir sonraki yazımda değerlendiriyor olacağım.

#ZeynepTuran, #Aiza, #TooBigToFail, #TooComplexToExist, #FinancialInclusion, #MicroFinancingSolutions

 1,250 total views

CBDC-Keynes-von Hayek

Uzun yıllar önce gerçekleşmiş Keynes ve von Hayek tartışmasını merkez bankası dijital para birimi (CBDC – Central Bank Digital Currency) üzerinden tekrar hatırlamalıyız. Zira, yazdıkları kitaplarla alakalı mektuplaşan, birbirlerini kıyasıya eleştiren, yeri geldiğinde çalıştıklarını üniversitenin çatısında ellerinde fenerlerle İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın İngiltere’ye gönderdiği füzelerinin gelişini gözleyen Keynes ve von Hayek’in 90 yıl önce yapılmış bu ‘Ying-Yang’ tartışması günümüzün CBDC gibi oldukça güncel ve popüler bir konusunda bile geçerliliğini korumakta.

Bence Keynes, iktisat literatürünü en çok şekillendiren ekonomisttir ve birçok analizi halen geçerliliğini korur. Örneğin, hızla yol alan dijital varlıkların düzenlenmesi tartışmaları için yaptığını var sayabileceğimiz ‘denetlenmesi zor ekonomik sorunların basit çözümleri yoktur’ tespiti ne kadar doğru! Önceleri BDDK bünyesinde bulunan, çıkartılan bir kanun ile Merkez Bankası’nın bünyesine alınan ve ülke bağımsızlığı üzerinde stratejik öneme sahip olduğu değerlendirilen ödeme sistemlerinin ekonomideki yeri, etkisi ve bu kararın ne kadar isabetli olduğu da yine yıllar önce Keynes tarafından şu sözle tasdik edilmişti: ‘Para birimlerinin altını oymak devrimlere davetiye çıkarmaktır!’

Ana branşım risk yönetimi olduğu için regülasyonun gerekli olup olmadığı tartışmaları bana büyük bir zaman kaybı gibi gelir, dolayısıyla dijital varlıklar, CBDC veya farklı dönüştürücü yeniliklerin de öncelikle ve mutlaka iktisatçılar tarafından incelenmesi gerektiğini düşünürüm. Geçen sene Haziran’da Amsterdam’da katıldığım Money 20/20 de bu anlamda bir tasdik olmuştu. Üç gün boyunca katıldığım onlarca oturum ve konuşma dijital varlıklar ve ödeme sistemlerindeki yeriyle alakalıydı ancak hiçbiri, nasıl yapılmalı sorusuna cevap vermeyi bir kenara bırakalım ne olduğu sorusuna bile ışık tutmaktan uzaktı ki toplamı milyarlarca doları bulan fonları yöneten kişilerden bahsediyorum. Gerçek anlamda bağımsız bir piyasa gerçek anlamda regüle edilen bir piyasadır ve bu ancak gerektiği durumlarda ‘nefes alın’ diyebilecek görüş berraklığı ve yaptırım gücü olan bir düzenleyici kurum ile mümkün olacaktır. Keynes de benzer bir tespit ile ‘kendi haline bırakılan bireyci bir toplumun sağlıklı hatta kabul edilebilir bir şekilde dahi işlemeyeceğini, dönem iktisadi olarak ne kadar çalkantılıysa ‘laissez-faire’ kuralının o kadar kötü işleyeceğini söylemişti.’ Keynes gibi von Hayek de aslında o dönemlerde CBDC’nin iktisadi yapıdaki makro  etkisini görmüş ve ‘ekonomideki para miktarı ve bir kişiden diğerine geçiş hızı sistemin nasıl çalıştığını anlamanın temelidir’ diyerek aslında CBDC’nin temel hedefini belirtmişti.

Günümüzdeki makro ekonomik sıkıntılardan biri olan, özellikle kriz dönemlerinde kamu harcamalarının arttırılması gibi önemli para politikası araçlarının etkinliğinin azalması da aslında Keynes tarafından yıllar önce tespit edilmişti, koşullar ve paranın fiziki kısıtları gereği gerçek anlamda ekonomiye girmesi aylar hatta yıllar alabiliyordu. Günümüzde CBDC’nin bu yıkıcı aksaklığa iyi bir çözüm olarak öne çıkabilecek potansiyele sahip olması ne harika! Elinde para politikası aracı olarak etkin bir şekilde yönetilen CBDC bulunan bir Merkez Bankamız olduğunu hayal edelim. İktisadi bir sıkışma durumunda zamanın ne kadar önemli olduğunu Türkiye’de birçok kriz sırasında deneyimleyen bizler için saatlerin sayıldığı bir ortamda bir ayın ne kadar tolere edilemez olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.

Dolayısıyla bir CBDC olacaksa, ki bu konuda önemli çalışmaların sadece Avrupa’da değil ülkemizde de yapıldığını görebilmekteyim, dijital varlıkların kripto para, e-para gibi tali unsura takılı kalmayan bir makro perspektifte değerlendiren ve paranın bütün işlevlerine (takas, tasarruf/yatırım, spekülasyon) nasıl etkilerinin olabileceğini uzun yıllara yayılan ve senaryolarla zenginleştirilmiş projeksiyonlarla planlayan bir hazırlık sonucunda olacaktır ki bunu da sadece Merkez Bankamız tetikleyebilir ve gerçekleştirebilir.

Keynes ‘uzun vadede hepimiz öleceğiz’ demişti uzun makro ekonomik politika çılgınlıkları için. CBDC gibi bir konuda ölümünden onlarca sene sonra bile kendisini hatırlıyorsak o kadar da ölü değiliz demeliyiz belki de.

#CBDC, #CentralBankDigitalCurrency, #Keynes, #vonHayek, #FinancialInclusion, #FinancialConversion, #ProtectionGap, #ZeynepStefan, #AizaConsulting

 1,094 total views,  2 views today

Finansal Kapsayıcılıkta Kıtasal Ayrımlar

Geçtiğimiz hafta sonu uzun zamandır ‘Young Professional Advisor’ olarak katkıda bulunduğum ‘Tink-Tank’ United Europe’un davetlisi olarak Berlin’deydim. Çok sevdiğim Albaraka Türk’te çalışırken tanıştığım ve içerisindeki inanılmaz potansiyele hemen hayran kaldığım katılım (etik) bankacılığı ve finansal kapsayıcılığa etkisi çerçevesinde ve Afrika ülkeleri özelinde sıkı bir çalışmanın gerçekleştiği iki tam günün ardından İstanbul’a bu potansiyelin nasıl parlatılabileceği ile ilgili (bence) harika fikirlerle döndüm.

Makro perspektiften baktığımızda Afrika ülkeleri hem finansal piyasalarının olgunluk derecesi hem gayrı safi milli hasılaları hem de ekonomilerinde ana girdiyi oluşturan üretim bileşenleri açısından ülkemizden oldukça farklı. Bizde penetrasyonu yüksek, iyi regüle edilen ve Avrupa Birliği pazarı ile azami derecede organik bağları olan finansal yapılar olmakla birlikte Afrika bu saydıklarımızın onda birine bile geniş anlamda sahip olmaktan çok uzak. Olgunluk dereceleri birbirinden farklı ülkelerin bir araya gelmesiyle ortalama oldukça inse de içerisinde olgun tanımına yaklaşan piyasalar da yok değil. Afrika ülkelerindeki potansiyel ile ilk yakın temasım Tanzanya ile olmuştu. Sonrasında kısa zamanda Kongo ve Nijerya’daki finansal faaliyetlerin ortaya çıkma hikayeleri de gündemime girmişti ki aslında keşfedilmeyi bekleyen birçok özellik mevcut.

Afrika’nın genellikle kıyılarına yerleşmiş finans merkezlerini bir kenara bırakırsak hem altyapı eksikliği hem de oldukça düşük yaşam standartları ile şekillenen hayat koşullarında yerleşik bir finansal erişim ağına sahip olmak oldukça zor. Ancak ekonomide hiçbir şeyin yeri boş kalmaz. Afrika’da ise bu açığı GSM operatörleri doldurmakta. Özellikle Afrikalı gençlere ulaşmanın yolu bu operatörlerden geçmekte ki hem sundukları hizmetlerde gömülü olan finansal ürün yelpazesinde yer alabilmenin bedeli hem de oluşturdukları pazar yerine girmek alternatifsiz olduklarından yüksek operasyon maliyetlerini de gerektirmekte.

Peki bir katılım bankası veya İslami şartlara uygun bir sigorta ürün yelpazesi oluşturmak isteyen girişim ne yapmalı? İşte burada beni de katılım piyasasındaki potansiyele inandıran ‘mecburen inovatif’ olmak kavramı karşıma çıkıyor. 2016 yılından beri inovasyon piyasasında gördüğüm mecburen inovatif olmak finansal piyasalardaki gerçek ve sürdürülebilir başarının sırrı benim gözümde. Ki bence bu alandaki eksikliği nedeniyle Almanya piyasası FinTech alanında 2016 yılından beri yakalamak istediği sıçramayı bir türlü başaramadı, ancak üçte biri bütçesiyle İsrail piyasayı sallamaya devam ediyor. Nedeni ise inovatif davranmaya mecbur olmaları ve sürü psikolojisinin getirdiği monotonluğu finanse edememeleri. Özellikle konvansiyonel taraftaki hareket sahasına sahip olmayan ve bütün karar süreçleri ‘Sharia Board’ çerçevesinde şekillenen finansal kurumlar için Schumpeter’in yazdığı yaratıcı yıkımın başucu kitabında altı çizilen ‘sinekten yağ çıkartma kapasitesi’ gerçek anlamda karar süreçlerine yedirilmesi gereken bir özellik haline gelmeli.

https://www.paraanaliz.com/2022/dunya-ekonomisi/zeynep-stefan-turan-finansal-kapsayicilikta-kitasal-ayrimlar-g-36996/

#EtikBankacilik, #KatilimBankaciligi, #FinansalKapsayicilik, #ZeynepTuran

 1,198 total views

BDDK’nın yeni taslağı sigorta sektörüne nasıl yansıyacak?

BDDK’nın dijital bankacılıkla ilgili yayınladığı taslak, çok yakında sigorta, emeklilik ve reasürans piyasası için de benzer bir adımın atılacağına işaret. Sadece dijital platformlarda hizmet verecek şirketlerin kurulumu ve sunulacak ürünlere göre çeşitlenen bir sermaye yapısının yanı sıra dijitalleşme sayesinde düşen operasyonel maliyetlerin sağladığı avantaj düşük prim bedellerine dönüştürülebilir, piyasadaki şirket ve ürün çeşitliliğinin artması beraberinde genişleyen sigortalı havuzu ve dolayısıyla daha doğru bir risk değerlendirmesini getirebilir…

BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu), merakla beklenen dijital bankaların faaliyet esasları ile servis modeli bankacılık hakkında yönetmelik taslak metnini 20 Ağustos tarihinde yayınladı. Sermaye yeterliliği ve büyüme kapasitesi ile dijital bankacılık hizmetinin sınırlarını belirleyen taslak, 1 Ocak 2022 itibarıyla işlerlik kazanacak.

Dijital bankacılık hakkındaki bu önemli çalışma bana uzun zamandır Avrupa piyasasında gözlemlediğim bir döngüyü hatırlattı. ECB (Avrupa Merkez Bankası), özellikle dijitalleşme alanında yaptığı düzenlemeleri, sadece finansal piyasanın önemli oyuncuları olan bankalar değil sigorta ve reasürans şirketleri için de bir yol gösterici olarak öne çıkarmıştı. Salgının finansal piyasalara etkisinin ilk hissedildiği dönem olan Şubat 2020’de bir genelge yayınlayarak, bankalardan acil durum eylem ve iş sürekliliği planlarını kontrol etmelerini, eksiklikleri varsa kendisine bildirerek hemen tamamlamak için gerekli aksiyon planının oluşturulması gerektiğini belirtmişti.

O dönemde Almanya’nın en büyük sigorta şirketinin yeni kurulan direkt satış iştirakiyle bir proje yürütüyordum ve Yunanistan kökenli bir risk yöneticisi (CRO) ile kapsamlı bir risk analiz çalışması yapıyorduk. Bu gelişmeyi duyunca hemen kendisini arayarak ECB’nin bu hamlesinin ardından EIOPA’nın (Avrupa Sigorta ve Emeklilik Sektörleri Düzenleyici Kurumlar Birliği) da geleceğini ve sigorta ve reasürans şirketleri için de benzer bir kontrolün hızla masaya koyulacağını söylemiştim. Şirket yeni kurulduğu için kapsamlı iş analizleri yoktu ve bu konuşmadan sadece üç hafta sonra EIOPA da taleplerini şirketlere iletti ve sadece bir haftalık bir sürede acil eylem planlarını hazırlamalarını istedi.

Düzenleyici kurumlar ve gerektiğinde sektörler arasındaki bu bağlantı kurma yeteneği birçok konuda işime yaramıştır. BDDK’nın taslağını okuyunca da benzer bir kanunun Türkiye sigorta, emeklilik ve reasürans sektörü için de yolda olduğunu düşündüm.

Kapsayıcı ve Avrupa’daki örneklerle uyumlu görünüyor

Taslak metinle ilgili detaylı bir analiz yazmıştım. Burada ve bir sonraki yazımda ise sigorta sektörünün bu metinden ne anlaması gerektiğine değineceğim. Öncelikle başlangıç metni olarak gayet kapsayıcı ve Avrupa’daki örneklerine benzer bir oluşum yapısı öngören bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.

Avrupa’daki düzenleme örnekleri genelde en çok ihtiyaç duyulan ödeme sistemleri (PSD2) ve uzaktan müşteri edinimi (KYC AML) üzerine yoğunlaşmış olsa da Türkiye piyasası KYC dışında ödeme sistemleri ve kara para aklama faaliyetleriyle ilgili uzun zaman önce gerekli düzenlemeleri hayata geçirmiş durumda.

Sigorta sektörü özelinde çıkarım yaparsak, sadece dijital platformlarda hizmet verecek şirket kurulumu ve sunacağı ürünlere göre çeşitlenen bir sermaye yapısının yanı sıra dijitalleşme sayesinde düşen operasyonel maliyetlerin sağladığı avantaj düşük prim bedellerine dönüştürülebilir, piyasadaki şirket ve ürün çeşitliliğinin artırılması beraberinde genişleyen sigortalı havuzunu ve dolayısıyla daha doğru bir risk değerlendirmesini getirebilir.

Rekabeti fiyat değil hizmet kalitesine kaydıracak kavram

BDDK tarafından hazırlanan taslakta ortaya çıkan “white-label” (WL) da aslında aynı süreçler için teker teker ceplerinden para ödeyen, sonra da kârsızlıktan yakınan sigorta şirketlerinin ihtiyacı olan çok önemli bir kavram. Benzeri 2017 yılında Swiss Re tarafından IPTIQ çatısı altında hayata geçirilen ve alanında bir ilk olan bu kavramı Türkçeye “anonim temel sigortacılık hizmeti” olarak çevirebiliriz.

Türkiye sigortacılık sektörünün gelişiminin merkezi olacak fiyat temelli rekabetin yerini hizmet kalitesi temelli rekabete bırakması aslında WL kavramı operasyonların tek elde toplanmasını, hem maliyet hem de kapasite avantajının sağlanmasını ve sigorta şirketlerinin müşterilerine dokunan fark yaratacak alanlarda rekabet etmesini öngörüyor. Böylelikle standart operasyonların yürütülmesi için kullanılmak zorunda kalınan kısıtlı bütçe inovatif ürünlerin geliştirilmesi ve sigortalı havuzunun geliştirilmesi için kullanılabilecek ve fon birikiminin hızlanarak artması sağlanacak. Bu sürecin geniş detaylarına devam eden yazılarımda değiniyor olacağım.

Her ne kadar bir süredir finansın başka bir alanında görev alıyor olsam da finansal platformlar oluşturan şirkette deneyimlediğim birçok uygulama sigorta sektörü için de ufuk açıcı ve ufak değişikliklerle uygulanabilir nitelikte. Sadece sigorta ve reasürans değil dijital bankacılık gibi uçsuz bucaksız bir oyun alanında da beslenebilmek ve buradaki deneyimle finansın geleceğini öngörmeye çalışmak harika bir deneyim.

https://www.sigortagundem.com/yazarlar/bddknin-yeni-taslagi-sigorta-sektorune-nasil-yansiyacak-yazisi/1531210#ixzz7D7dcNyg5

 1,224 total views,  2 views today

DOĞA BOŞLUK KABUL ETMEZ

Sigorta ve reasürans şirketleri arasında uzun zamandır devam eden teknoloji şirketi olarak konumlanma yarışı artık yeni bir boyut kazanmış durumda. Önceleri bu yarışa bünyelerindeki mevcut kaynaklar ile girmeyi deneyen, sonrasında ise bunun ne yazık ki mümkün olamayacağını gören sektörün yeni gözdesi start-up’lar da şimdilik beklentileri karşılamaya çalışmaktalar. Peki ne aksamakta? Neden büyük hayaller kısa sürede büyük büyük vazgeçişlere veya üstlenilen büyük projelerden büyük kaçışlara dönüşmekte? Geçtiğimiz haftalarda okuduğum ve orijinalliği ile beni şaşırtan bir kitap aslında bu sorularıma kısmen cevap bulmamı sağladı.

Yöneticim Yakup Sezer’in bayram hediyesi olan Geoffrey Moore’un Uçurumu Geçmek kitabı aslında bu döngüyü kısaca özetliyor ve beklentilerle gerçekleşenler arasındaki uçurumun nedenini tek bir yanlış ön kabule bağlıyor: Birkaç vizyoner müşterinin yön verdiği bir erken oluşmuş pazarın aslında ağırlıklı olarak pragmatistlerden oluşan daha geniş bir müşteri grubunun yön verdiği ana pazar ile karıştırılması, erken oluşmuş pazarda elde edilen başarıların geçiciliğinin unutulması ve devam edeceği düşünülerek yapılan yatırım ve ölçeklendirme faaliyetlerinin dolayısıyla başarısız olması. Moore aslında bu evreyi bir geçiş sürecinden ziyade ‘hype’ dönemindeki alışkanlıklardan bir an önce kurtulunması gereken bir dönüşüm evresi olarak değerlendirmekte ve en hızlı olanın kazandığının ve ikincilik ödülünün ise birincinin çok çok çok gerisinde adaletsiz bir yarış ve gerçek bir dönüşüm evresi olarak değerlendirmekte. Bir nevi öncülükten yerleşimciliğe geçiş hareketi! Bu aşamada Moore’un dikkat çektiği diğer bir konu ise herkesin aynı yönde kürek çektiği uyumlu bir iddia ortaya koymak ve gecikip saçmalamaktansa hata yapmanın her zaman daha iyi olması. Sürekli yeniden şekillenen, rekabet ve inovasyon alanında sürekli uyum sağlaması gereken çılgın bir deneyim. Bu deneyime ise sadece, Moore’un deyimiyle, ödeme yapmaya istekli tek bir müşterisinin talebi üzerine göz korkutan bir inovasyon mücadelesine girişecek kadar gözü kara girişimciler girebilmekte.

İleri teknoloji pazarı geliştirmede en büyük risk, birkaç vizyoner müşterinin yön verdiği bir erken oluşmuş pazardan ağırlıklı olarak pragmatistlerden oluşan daha geniş bir müşteri grubunun yön verdiği ana pazara geçişte ortaya çıkmakta. Sık sık gözden kaçırılan bu iki pazar arasındaki boşluk aslında büyük bir öneme sahip ve ‘Uçurum’ olarak adlandırılmakta. Kalıcı olmak isteyen bir oluşumun uzun vadeli bir ileri teknoloji pazarlama planı bütün dikkatini işte bu uçurumdan geçmeye vermeli ve para kazanmanın tek yolunun bu uçurumdan geçmek olduğunu çok iyi öğrenmeli.

Uçurumdan geçme bir geçiş dönemi ve olağanüstü bir beceri gerektirmektedir. Zaman gösteriş yapma ve pahalı jestlerde bulunma zamanı değil, dikkatli planlar yapma ve kaynakları ihtiyatlı bir şekilde kullanma zamanı. Tek bir parlak hamleyle ‘ya herro ya merro’ demenin değil olabildiğince az hata yapıp yüksek olasılıklara dayanan bir eylem çizgisi tutturma zamanı. Pazara göre değil satışa göre hareket etmenin, herhangi bir zamanda herhangi bir nedenle herhangi bir satış peşinde koşmaktan vazgeçebilecek bir disipline sahip olmanın veya böyle bir disiplin edinmek istemenin zamanı.

Şimdiye kadar İtalya ve Almanya’da çalıştığım start-up’lar arasında uçurumu geçebilen bir takım ne yazık ki olmadı ancak geçişe çok yaklaşan ekiplerde gördüğüm ortak özellik yukarıda bahsettiğimiz ortak akıl ve iyice düşünülmüş kararlar verme süreçlerinin ekip içerisinde iyice yerleşmiş olmasıydı.

Aslında kitapta altını çizdiğim ve mentorluk sürecinde kullanmak için not aldığım birçok doğru tespit var. Ancak beni en çok yakalayanlardan bir tanesi köleleri kamçılamanın zamanın ne zaman geldiğini anlatan bölüm oldu. Büyük umutların bağlandığı girişim başarısız oldu çünkü yöneticiler çeklerin üzerindeki şirket ismi aynı olduğu halde bile bir erken benimseyene yapılan satışla bir erken çoğunluğa yapılan satış arasındaki büyük farkı göremedi. Dolayısıyla şirketin uçuruma girmekte olduğu en büyük tehlike anında yöneticiler mütevazi beklentiler yerine yüksek beklentiye girdi ve kaynakları idareli kullanmak yerine genişleme projelerine büyük paralar yatırdılar. Tam bir küçük sermaye ile büyük beklentilere girme sorunsalı. Ne kadar tanıdık bir olay örgüsü!

#ZeynepStefan, #AizaConsulting, #Innovation, #FinTechs

 1,308 total views

Makro Perspektiften Bankasürans

Sigorta ve reasürans sektörlerinde 2012 yılından itibaren farklı bir kulvara girdik. Temelleri 2008 yılı küresel finansal kriziyle birlikte atılan kapsamlı bir dönüşümün ilk adımları sermaye yeterliliği anlamında zor günler geçiren sigorta ve reasürans sektörlerinin dijitalleşme serüvenlerinin de ilk adımları olmuştu. Çıkış noktası operasyonel karlılığın arttırılması olmakla birlikte yüzyıllardır ufak değişimler dışında süreç anlamında kendini birçok dış etkene karşı koruyan bir sektörün ilk kıpırdanışlarıydı bu adımlar.

Bu adımlar sigortacılık değer zincirinde birçok alana etki etti ve süreçleri o kadar değiştirdi ki yepyeni bir risk algısı, satış süreci ve hasar yönetiminden bahseder olduk. Bu bileşenler arasında belki de en dikkat çekeni benim perspektifimde ise bankasüranstı. Bankasürans karşımıza sürecin bir ucundaki bankalar ve diğer ucundaki sigorta şirketleri için harika bir iş birliği ile çıktı. Bankalarda sigorta şirketleri tarafından birçok teminatın sağlanabileceği bir risk yönetim talebi, sigorta şirketlerinde ise bu taleplere cevap verebilecek UW (Underwriting) çözümleri, riski analiz edebilecek holistik bir bakış açısı ve yeterli sermaye mevcuttu. Bu iş birliği özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ve teknolojik yenilenmeyi seven birçok pazarda hızla karşılığını buldu ve etkisini günümüzde de arttırmaya devam etmekte.

Türk sigorta ve reasürans sektörleri birçok anlamda ilginç bir pazar özelliği gösterir. Bir yanımız her türlü yeniliğe, finansal piyasalardaki birçok yeni ürünün kullanımına ve teknolojik gelişmeye çok açık. Sorgulamadan her yeni unsuru deniyoruz. Risk algımızı yöneten diğer bir yanımız ise güvence ve teminat talebine mesafeli durabiliyor ve aldığı risklerin çok çok ufak bir kısmıyla alakalı bir çözüm talebinde bulunuyor. Bu perspektiften baktığımızda son 10 yılda gayrısafi milli hasılamızın çok üstünde büyüyen sigorta ve reasürans sektörlerinde teknolojinin derinlemesine etkisi ile birçok farklı dağıtım kanalına ulaştık, ancak bu kanallardan hiçbiri bankasürans gibi sigortalanma yolculuğumuza nüfuz etmedi. Bu genel koşulların beklenen bir etkisi olarak 2020 yılını bir önceki yıla göre brüt prim üretimi %19,2 artışla 82,5 milyar TL prime ulaştı ve pandemiyle birlikte hızlanan dijitalleşme beraberinde dijitalleşme ile şaha kalkan bankasürans faaliyetlerini getirdi.

Perspektifimizi bir adım daha yaklaştırarak kırılımlarına baktığımızda ise dünya piyasalarındaki örneklere benzer uygulamalar görmekteyiz. OECD ve World Bank sigorta ve reasürans verilerini incelediğimizde de gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerle benzer bir prim dağılımı öne çıkmakta ve üretimde başı hayat branşı çekmekte. 2020 yılını 82,5 milyar TL prim üretimi ile kapayan Türk sigorta ve reasürans sektörleri bankasürans alanında toplamda 22,1 milyar TL prim üretimi gerçekleştirdi. Bu tutarın 10 milyarı elementer branştan, 12,1 milyarın ise hayat branşından gelmekte. 2019 yılında ise bu değerler sırasıyla 18,2 milyar TL (toplam bankasürans üretimi), 8,7 milyar TL (elementer branş üretimi) ve 9,4 milyar TL (hayat branşı üretimi) idi.

Karşılaştırma yapabilmek adına perspektifimizi uluslararası platforma çevirdiğimizde ise 2020 yılı verilerine göre en yüksek bankasürans üretim değerlerinin brüt prim üretimine göre yine hayat branşında gerçekleştiğini görmekteyiz. En yüksek bankasürans payı ise OECD ülkeleri bazında Portekiz’de. Portekizli sigortacılar hayat branşında toplam prim üretiminin (5,7 milyar Dolar) %88’ini, elementer branşta ise toplam prim üretiminin %10’unu bankasürans kanalıyla üretmekteler. Portekiz’i hayat branşında %72 ve elementer branşta %7 ile İspanya (toplamda 12,3 milyar Dolar), hayat branşında %64 ve elementer branşta %9 ile Fransa (toplamda 25,1 milyar Dolar) takip etmekte.

Dünya örneklerinde hayat branşında bankasürans üretiminin birçok ülkede elementer branşı rahatlıkla geçtiği görülmekle birlikte tersi özellikte olan bazı ender örnekler de karşımıza çıkmakta. Örneğin halen gelişmekte olan bir bankasürans yapısı gösteren ve üretiminin büyük kısmı konvansiyonel kanallar tarafından gerçekleştirilen Şili’de (toplam brüt prim üretimi 4,2 milyar TL) elementer branşta %19 ve hayat branşında %13 prim üretimi bankasürans kaynağından gelmekte. Dijitalleşme ve penetrasyon oranlarında OECD üyesi ülkeleri arasında öne çıkan Kanada (toplam brüt prim üretimi 71 milyar Dolar), A.B.D. (1,5 trilyon Dolar) ve Japonya (106,8 milyar Dolar) piyasalarında dijitalleşme alanında baş döndüren gelişmeler yaşanmasına rağmen hem elementer hem de hayat branşında bankasürans üretiminin çok düşük seviyelerde kaldığı (sırasıyla Kanada %1, A.B.D. %2 ve Japonya %1 oranında) görülmekte. Bu farklı değişim grafiğinin nedenlerini araştırdığımızda ise karşımıza düzenleyici kurumun pazarın gelişme dinamiklerine etkisi ile birlikte 1933 yılında yürürlüğe giren Glass-Steagall Act ve 1999 yılında yürürlüğe giren Gramm-Leach-Bliley kanunlarını görmekteyiz. Aradığımız ‘neden’ sorusunun cevabını verecek olan kanunların aslında sigorta ve reasürans piyasasına nasıl bir etkisi olduğunu ise gelecek yazımızın konusu olacak. oranda yönlendiren yasalar arasında.    

#ZeynepStefan, #Bancassurance, #InsuranceValueChain, #OECD, #WorldBank, #GlassSteagallAct, #GrammLeachBlileyAct, #AizaConsulting, #MacroAnalysis

 1,450 total views