LİDERLEŞİRKEN

İş hayatında yaşadığım en büyük eksiklik mentorluk sanırım. Kesintilerle birlikte çok iyi mentorlarla çalıştım ancak 2003 yılında başlayan kariyerimin ne yazık ki onda biri bile değil toplam çalışma sürem. Bir rol modele ihtiyaç duyuyorum kariyerimde çoğu zaman; fikir verebilecek, farklı perspektifler sunacak ve aklıselim öneriler getirebilecek. Örnek alabileceğim, başarılarını takdirle ve imrenerek takip edebileceğim. Görece İtalya’da sistem daha iyiydi, Almanya’da ise çok az kaynak ve çok talep vardı. Türkiye’de ise sistem yok. Doldurulamaz bir boşluk ve muadili olacak bir kaynak da yok ne yazık ki. Belki kitaplar, ancak etkisi çok sınırlı. İşte bu yokluk halinde okuduğum kitaplardan biriydi Henry Kissinger’ın Türkiye’de Runik Kitap’ın yayınladığı ‘Liderlik’ eseri. İçerisinde altı tane liderin yönetim stilleri, nasıl gül bahçesi vaat etmedikleri ve nasıl yollarına güller serilmediği anlatılıyor.

Hepsinin ortak özelliği aslında tek bir dertleri olması; ‘nasıl hatırlanmak istediklerini’ sıklıkla düşünmeleri. Sürdürülebilir kararlar vermeleri, yani her durumda ‘benden sonra devam!’ Kitabı okurken, iş hayatımdaki mentor eksikliğinden, her durumda kullanabileceğim bazı ulvi kurallar var mı diye sıklıkla düşündüm. Bu amaçla kitapta yaptığım ilk keşif şu oldu: Liderlik için her durumda sağlanması gereken üç şey:

  • Kesintisiz iç disiplin
  • Biteviye risk almak
  • Daima manevi mücadele.

Benim için yeni olan ve kitapta gördüğümde şaşırdığım tespit ise değişimle ilgili. Sanırım bu konuda olması gerekenden fazla konservatifim. Çünkü liderler, adım adım;

  • Hedeflerine ulaşabilmek için araçlarını amaçlarına ve amaçlarını koşullara uyduruyor.
  • Uygulamayı mümkün kılan koşulları oluşturuyor.
  • Öz yıkım ile diplomasi arasında denge kuruyor.
  • Koşullar tarafından manipüle edilmeksizin koşulları manipüle ediyor ve yer aldığı oluşumu (kurum, toplum vs) koruyor.

Ve kesinlikle özerklik bir nostalji. Gerçeklik ise bütün güçlerin varlıklarını ve stratejilerini komşularının, rakiplerinin ve artık çevrelerinde ne varsa, kabiliyetlerine ve amaçlarına göre ayarlaması. Benim de şahsen en çok zorlandığım nokta burası. Bazen pragmatik ve deneysel bir yaklaşım, bazense doğaçlama. Belki de öncelikle günü kurtaran üretimden düşük katma değerli işlere, oradan kaliteli hizmetlere (finansal, vb.), sonra nitelikli faaliyetlere (turizm vb.) ve en sonunda yüksek teknoloji inovasyonuna. Sektör fark etmeksizin izlenecek patika aşağı yukarı bu şekilde. Burada özellikle ‘yol’ kelimesini tercih etmedim. Çünkü istesem de istemesem de bir patika olacak önümdeki.   

Ama asıl önemli olan sınırlar. Aslında sınırsızca konulan sınırlar. Miras alınan koşulları aşmak ve toplumları, kurumları veya kişileri mümkün olan sınırlarına ulaştırmak. Sabırla ve diplomatik esneklikle başarıya ulaşmak. Tabi bu noktada altı çizilmesi gereken ‘mümkün olan sınırlar’. Genellikle tartışmaların başladığı nokta da bu. Ancak sınırlarla çelişen bir durum var. Bir ülkenin, organizasyonun veya kurumun kaderini en çok belirleyen maddi güçleri ve sahip olduğu yetenekler değil. Sahip olduğu nitelikler ve liderlerinin vizyonu. Realiteyi aşıp ‘bu mümkün’ demeleri ve sadece gerçekçi olarak avam veya yavan olmamaları. Belki de gerçekleştirilmesi en zor şartlardan biri bu.

Kitabın bana öğrettiği önemli özelliklerden biri düşünce yapısını değiştiremeyen birinin gerçekliği de asla değiştiremeyeceği ve dolayısıyla ilerleme kaydedemeyeceği oldu. Etkilenmeye açılamayan etkileyemez özelliği. Ancak bu etkiye kendinizi açarken iç sükunetinizi ve duruşunuzu koruma beceriniz de olmalı. Hepsi bir arada ne kadar da zor!

Altı lider arasında; Konrad Adenauer, Charles de Gaulle, Richard Nixon, Enver Sedat, Lee Kuan Yew ve Margaret Thatcher; arasından beni en çok cezbeden tabi ki Thatcher oldu. 2013 Nisan’da hayatını kaybettiğinde yapılan tezahüratları hatırlıyorum. Nasıl kapitalizmin gelişmesini hızlandırdığı, A.B.D. ile yaptığı şeytani iş birliği ile nasıl dünyayı fakirleştirdiği ve insanları köleleştirdiği konuşulmuştu. Sonra göreve ilk geldiği zamanın koşullarını araştırdım. Çok belirgin farklılıkları vardı yarıştığı muadillerinden: Mesela yetkinliği ve bağlılığı, kutsal dokunulmazları veya aşılamaz engel olarak tanımladığı kavramları olmayışı. (Tabi bu düşünce tarzı beraberinde deregülasyonu da getirir. Yani sonun başlangıcı) Sahip olduğu, üzerinde oldukça çalışılmış görüşlerini açık ve kuvvetli bir dil ile ifade etmesi ve ağırlık merkezlerini kendi lehine çevirebilmesi. (Bu şahsen favorim) İnandırıcı caydırıcılığı ve güçlü entelektüel altyapısı ile her zaman hazır olması (Bu ise bayağılıktan sıkılmış biri için sürekli aranması gereken) Ve yine aynı özellik, mümkün görünenin ötesinde bir projeksiyon çizebilen bir vizyon! Güçlü savunmayı yapıcı müzakerelerle birleştiren ve ‘Men’s World’e kafa tutan. Hem de o dönemin Birleşik Krallığı’nda! Kitapta da dediği gibi: ‘Tarih yapmanın işte böyle bir bedeli var’.

600 sayfalık kitaptan aklımda iki soru kaldı. Galibiyette sağlam bir zemin başarısızlıkta teselli sunar mı? Hele Türkiye’de? Veya Almanya’da veya İtalya’da? Soyut olanla şekillendirilebilir olanın çarpışmasından ve verili olanla uğruna çaba harcanandan büyük liderlik doğar mı? Sabırla ve diplomatik esneklikle cevabı arıyor olacağım!

#ZeynepStefan, #HenryKissinger, #Leadership, #Diplomasi, #KonradAdenauer, #CharlesdeGaulle, #RichardNixon, #EnverSedat, #LeeKuanYew, #MargaretThatcher

 2,149 total views,  5 views today

0 replies

Leave a Reply

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Leave a Reply

Your email address will not be published.